Haftanın açık işlerini konuşmakla geçti yemeğimiz. Sonrasında sofrayı topladık yine beraber. Tezgahı temizlerken “Hava bayadır karanlık, artık gitsek mi ki?” dedi. Sandalyede sırtımı geri doğru dayayarak, bütün ciddi halimle gözlerine baktım. “Tamam, işin bitince çıkalım o zaman” dedim. Saat sekiz buçuğu geçiyordu. Saatler ile birlikte, aklımdan, gönlümden neler neler geçiyordu. Neden buradaydım, neden bu şehirdeydim, neden ülkeme geri döndüm, halâ bir cevap bulamıyordum. Ama bildiğim tek şey, ataerkil bir prensip ile yönetilen fabrikaların sahiplerinin devam eden soyu olduğumdu ve bu da neden dönmek zorunda olduğumu açıkça gösteriyordu. O yüzden istediğim hayatı yaşamama imkan yoktu. Fakat hem büyükleri kırmadan, hem arzulardan caymadan yaşamanın bir yolu da yok muydu? İçim kararınca uykum gelirdi. Çocukken de, moralim bozuksa, kavga ettiysem, ayakta zor dururdum. Masada telefonumu karıştırdım biraz, ardından birkaç dakika daha oyalandıktan sonra, ayağa kalktım. Teybi kapattım ve ellerini kurulayan Simya’nın yanı başından ona değmemeye dikkat ederek, salona geçtim. Arabanın anahtarlarını aldım. Simya da sefertaslarını temizlemiş ve çıkışa koymuştu giderken kapıdaki bekçiye verelim diye. Bütün bu hazırlıklar sırasında birbirimiz ile hiç konuşmamıştık. İşte büyü bir kere bozuldu mu, tekrar eski heyecana ulaşamıyor insan. Çantasını koluna asan ve ayakkabılarını nazik ve kadınsı bir dikkatle giyen Simya, onun tam arkasından kapıdan dışarı çıkmak üzere yanı başında duran bana bakıp gülümsedi. “Her şeye rağmen çok güzel bir yemekti, teşekkür ederim. Bu ev  çok güzel, güle güle oturun.” dedi. Baktım ona ve bakışlarım karizmatik gülüşüm ile güzelleşti, “Rica ederim, beğendiğine sevindim. Eğer geçmişe yolculuk istersen yine gelebiliriz” dedim. Aramızdaki soğuk savaşı o salona emanet etmiş ve karanlığa doğru adım adım ilerlemeye başlamıştık. Benim arkamdan geliyor ve yüksek ökçeli topuklarının sesi dişiliği simgelercesine kulaklarımda yankılanıyordu. Arabaya geçtik, geldiğimiz yoldan geriye dönüş başlamıştı işte.  Sahil yoluna saptım biraz temiz hava almak için. İnsanlar, sahil boyunca sel gibi akıyordu, kalabalıktan hoşlanmıyordum. Aslında kalabalık olan hiçbir şeyden hazzetmezdim. Saatin dokuzu geçtiğini fark ettim, biraz daha erken olsaydı, bir şeyler içerdik, deniz havasına karşı diye düşündüm. Ama bu teklifi Simya’ya söylemeye çekiniyordum Böyle çekincelerle geçti yol. Yol boyunca, yeni açılan kafelerden, restoranlardan bahsettik Farklı yerlerde tattığımız değişik lezzetleri anlattık. Gülüştük, anlık bakış attık birbirimize, sonra susadığımızı fark ettik. Yol üzeri bir pastanenin önünde durdum. “Dondurma yiyelim hadi” dedim. Zamanın çok hızlı geçmesine rağmen, sevinerek kabul etti bu teklifimi. “İyi olur, ama külahta alalım olmaz mı? Çok geciktim eve, yolda yeriz.” Güldüm, “Canım bir yarım saatte opsiyon yok mu? Hem aradın ya babaanneni, evdeyken, işi yarıladık diye.” Sıkılgan ve utangaç bir tebessüm ile önüne baktı güzelim. Onu zor durumda bırakmak istemiyorum. O an da aklıma bir hinlik geldi. “Tamam, sen bilirsin. Ama bir anlaşma sana, arabanın içine bir damla dökersen, benimle yine başka bir yere geleceksin.” İşte bu! Nasıl bağlamıştım, nasıl bir testti bu yaptığım? Hayır dese, pastanede kalsa zaman aleyhine işleyecekti. Tamam deyip arabaya bindiğinde o kadar dikkatli bir kız,  dondurmasından damlalar döküp bana mesaj verme fırsatını değerlendirecek miydi? Seçenekleri bana bırakmasını istemiştim ama yine de ona özellikle bir çeşit isteyip istemediğini sormak zorundaydım. Ve tabii ki bu teklifimi kabul etti ve tatları seçmeyi benim zevkime bıraktı. Onu arabada bırakıp pastaneye geçtim.  Hem külahta dondurmaları hazırlatıyordum hem de göz ucu ile  dükkan kapısının camından arabadaki masumluğu süzüyordum. O ise, benim bakışlarımdan habersiz gibi görünüyor, önündeki karanlıkta akıp giden ışık huzmelerine dalmış kim bilir neler düşünüyordu. Birden Simya ile evli olduğumu düşündüm. Onunla şu an aynı eve gidebilmek, aynı odada kalmak, aynı yatakta yatmak… Aklıma gelen bütün kareleri gözümün önüne getirmeye çalışırken son külahın da uzatılması ile kendime geldim. Bütün para verip çıktığımı hatırlıyorum, çok ağır mizaçlı ve yavaş, kendinden emin davranışları olan ben o an ne para üstünü düşünebilirdim ne de yayvan, geniş hareket edebilmeyi. Uçar adımlarla, arabanın yanında ve içindeydim artık. Kaymaklı sakızlıdan, çilekliden ve acı çikolatadan yana kullanmıştım tercihimi. Ne kadar tuhaf anlam yüklemelerim varmış o zamanlar. Kaymaklı, sakızlıdan aldığım keyfi, onunla sessizliği paylaşırken aldığım tada, çilekliyi, karşılıklı atışmalarımız-dan aldığımızın zevkin doyuma ulaştığı, elimi, ayağımı nereye koyacağımı bilemediğim, aklımın uçup gittiği zamanlara, acı çikolatayı da ufacık bir şeyden gerilip kendimizi birbirimizden sakladığımız anlara ithaf ediyordum ve o belki anlamasa da ikimizin arasındakilerin bileşkesini tadıyordum yudum yudum. “Güzel tercih, kesenize bereket.” dedi usulca. “Afiyet olsun dedim bütün bilmişliğimle, bir kaşımı da kaldırıp. Sonra dikiz aynasına baktım saçlarımın isyankâr buklelerini indirmek için döktüğüm onca jöle fayda etmemişti, işte günün sonunda karnabahar gibi olmuştu saçlarım. “ İyi bir şekillendirici bulamıyorum burada” dedim. Saçlarım yine dört bir yana dağılmış.”  “Şanslısınız, saçlarınızın şekli çok güzel”  “Ciddi misin ya? Ben onları hizaya sokmak için sabahları neredeyse bir saat uğraşıyorum. Baksana şu bukle öne düşüyor. Ten ten var ya, onun kıvırcık hali gibi oluyor.” Kendim anlatıyor bir de üstüne kendim gülüyordum. “Zor tabi, ama güzel, hiç kötü görünmüyor” dedi. Teşekkür ettim.  Bu konuşmaların arasında ilerlemeye başlamıştık bile.  O ara torpidodan bir albüm istedim. Gipsy Kings dinlerdim, akşamları direksiyondaysam o zamanlar. Torpidoya uzandı ve içeriden albümü almaya çalışırken, döşemeye ayaklarının önüne bir damla çikolatalı dondurma damladı. O fark etmemişti sanki. Albumün alıp içindeki diski CD  çalar içine verirken seslendim ona. “Simya?” “Efendim?” “İddiayı ben kazandım sanırım.” dedim ve gülerek sustum.

O gün, onu, mesaiye kaldığımız günlerin akşamında bıraktığım cadde başında indirmedim. Belki, ailesinin, mesai diye bildiği akşam gezmemizin suçluğu ile, kapı önüne kadar geldik. Birbirimize baktık. “Artık sözünü tutarsın diye düşünüyorum” dedim. “Şaka bir yana, umarım güzel bir akşam olmuştur senin için” dedim. Güldü ona çok yakışan gözlüklerinin ardından. Arabanın iç ışığında beliren kirpik gölgesi iki yanağına da düşmüş, saçları omuzlarından göğüslerinin üstüne dökülmüştü. Başını kaldırdı, gözlerimi gözlerine kilitleyip, belli belirsiz gamzeleri ile gülümsedi. “Ben çok teşekkür ederim. Merak etmeyin sözümü tutarım. Bu arada, bugün kırdıysam kusura bakmayın. Ben bazen dengeyi kaçırabiliyorum.” “Neyi, hmmmm, hatırlamıyorum, ne olmuştu?” diyerek, yüzüme bir şeyleri hatırlamaya çalışan endişeli bir hava vermiştim. Diyeceğimi diyip bir de üstüne göz kırptım. İndi arabadan ve cama doğru döndü. “Yarın ofise gelecek misiniz?”dedi. “Gelmem herhalde” dedim. “Önce fabrikaya geçeceğim biliyorsun, satın alma toplantısı var, öğleden sonra da sanayi odasına geçeceğiz babamla. Yarın, Akso’dan Ahmet Bey arayabilir. Cuma günü için  bize haber verecekti. Onu da ziyaret edebiliriz. Benim diyeceklerim bunlar. Ha bir de Simya, şirket sunumu hazırlamamız gerekiyor. Matbaa firmasının telefonunu bul fabrikadan. Orada Deniz Hanım var, onu Çarşamba gününe çağır. Sabah saatleri olsun.” Ardından birkaç şey daha dedim. “Olur merak etmeyin, hallederim.” dedi. “Peki o zaman, hadi iyi geceler Simya” diyerek, bir kaşımı kaldırıp dudaklarımı hafifçe yana doğru büzüp sunduğum çapkın gülümseme ile arabayı hızlıca hareket ettirdim. Dikiz aynasında, bana birkaç saniye el salladığını ve bahçeden içeri girdiğini gördüm. Sonra kendi gözlerimi gördüm. Yorgun ama dinlenmiş görünüyorlardı sanki. Yarın gözlükleri değil, lensleri takmak daha iyi olacaktı.  Suadiye’ye giden bağlantı yoluna girecektim birazdan. Sanırım saat onu geçmişti. O arada, telefonum çaldı, Japonya’nın gülü Sumi arıyordu. Beni özlediğini ve ne zamandır oralara gelmediğimi, aslında bu yaz, Türkiye’ye tatil planladığını, belki onun da benimle gelebileceğini söylüyor ve biraz da alkollü ruh hali ile bana burada yazamayacağım daha başka isteklerini sıralıyordu. Günlük Japonca’yı konuşabiliyordum, okul yıllarından kalan deneyimlerimle. Katagana’yı öğrenmiştim. Hiragana’da biraz zorluk yaşıyordum ama onu da ilerletmeme ne gerek ne de fırsat kalmıştı. İngilizce ile takviye etmiştim. Sumi’yi kendinden geçirecek birkaç cümle sarf ettim telefonda. Telefon ile ışınlanma olsaydı, herhalde, Sumi o an soluğu yanımda alabilirdi. Egom iyice büyümüş büyümüş göklere sığamaz hale gelmişti telefonu kapattığımda. Birkaç dakika sonra siteye giriş yapmıştım, kafamda bin bir türlü düşünce. Aslında, her şeyi bırakıp çekip gitmek yerine, burayı ve Japonya’daki amaçlarımı aynı anda planlayabilir ve yürütebilirdim. Bu pazarlama şirketinde birkaç distribütörlük alsam hiç fena olmazdı. Bu şekilde orası ile bağı kurmuş olurdum. Askerlikten sonra, belki işleri oradan idare etmek için biraz Japonya’da bile kalabilirdim. Oradaki serbestlik, o insanların daha az karmaşık olması, her şeyin basitliği beni cezbediyordu. Belki de orada beni zorlayan hiç bir şey yoktu ve kimseye hesap vermeden yaşayabiliyordum. 
( Bir Buruk Genclik Hikayesi 8 başlıklı yazı canayhanim tarafından 27.12.2013 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.