Çantasını girişteki bekleme koltuklarına bıraktı. O arada ben de odama yöneldim. Arabanın anahtarlarını ve el çantamı kaptım. İçimde değişik bir heyecan hissediyorum. Ne babam, ne fabrika, ne işler, ne yarınki toplantı. Simya Hanım şu an en büyü önceliğimdi. Onu götüreceğim yeri çok seveceğine emindim. Hatta bundan sonra, kaçmak istediğim zamanlarda, Simya ile dışarıdaki toplantılardan sonra soluklanabileceğim bir mola yeri olacaktı orası. Ofisin kapısında yakaladım Simya’yı. “Ben de otoparka geçiyordum” dedi. Yan yana konuşmadan yürüdük otoparka kadar. Yürümemiz boyunca omzumun üstünden süzdüm onu. Saçlarından gömleğinden gelen şampuan ve parfümünün birbirine karışmış kokusu rüzgarla birlikte etrafa dağılıyordu. Seneler sonra bile, o anları ve o anlardaki beni unutamadım. Adımlarımızın sesi boş sokak aralığında yankılanıyordu. Arabaya oturduk. İşte böyle zamanlarda, lüzumsuz gördüğüm her şey aklıma gelir ve beni iyice gererdi. Yarınki toplantıyı düşündüm bir an. Dayımı ve babamı düşündüm. Kendi bulunduğum yeri düşündüm ve yanımda oturan, hiçbir şeyden haberi olmayan Simya’ya baktım.

Kırk dakika boyunca trafikle boğuştuktan sonra, Gebze yakınlarına gelmiştik. “Buraları bilir misin?” dedim Simya’ya. “Küçükken, akrabalarımızı ziyarete gelirdik, bir de Bayramoğlu’nda denize getirirdi dedem” diye yanıtladı beni tüm masumiyetiyle. Belli ki o küçük kız gelmişti aklına. Biraz hüzünlenerek yanındaki camdan dışarılara, çok uzaklara bakarak sustu. Şu an böyle bir hüzne hiç yer vermek niyetinde değildim. “Seni nereye götürdüğüm ile ilgili bir fikrin yok değil mi?” dedim o güzel gülüşümü de karıştırarak bakışlarıma. “Sahildeki restoranlardan birine gidiyor olabiliriz” dedi. Demek ki, benimle sahil kıyısında bir restoranda sakin bir akşam yemeği hayal etmişti güzelim. Bir an önümdeki ekranda, saatin yedi buçuğa geldiğini fark ettim. Biraz daha hızlandı altımdaki mekanik at. “Peki o zaman sorayım, gerçekten biz nereye gidiyoruz?” dedi.  “Az kaldı” dedim, “varınca görürsün.” diye olaya biraz daha merak ve gizem kattıktan sonra, yıllar sonra bile unutulmayan o araba sahnesine, yola adaklandım. Batan güneşi önümüze alarak devam ediyorduk. Engebeli bozuk bir asfalt üzerinde dalga dalga iki üç kilometre gittikten sonra  Yelkenkaya kavşağından sola döndük. İşte şimdi benim çocukluğuma yaklaşıyorduk. Birkaç dakika sonra, bakımsız kalmış, yorgun bir evin bahçesinden içeri girdik. Aslında burası müstakil evlerden oluşan küçük bir yazlık site, varmak üzere olduğumuz ev de, rahmetli anneannemin ölmeden önce yaşadığı eviydi. Annem de öldükten sonra dayımla konuşup, ondaki ve ablalarımdaki hisseleri ben almıştım.  Babam, kendimi şımarık, para babası bir patron olarak görmemem için beni ortalama bir maaşla çalıştırdığı için, bu evin bedelinin çoğunu borçla toplamıştım. Ve borcumu ödediğim her ay, bu evin sahibi olmaya daha çok yaklaştığımı hissediyordum. Çocukluğumun en güzel yazları, yaz aşkları, bisiklet yarışları, ablamların komşu kızları ile dertleştikleri, denize girdikleri, şarkılar söyledikleri ve artık yıkılmak üzere olan o iskele, akşamları ailelerin beraber müzik dinleyip yemek yedikleri beton teras, hepsi ama hepsi aklımdan bir bir geçiyor ve gözlerimin önündeki bu mazim bizi  anneannemin evinin önüne getiriyordu. Arabayı zakkum çiçeklerinin, yıkılmak üzere olan bahçe duvarının üstünü boydan boya kapladığı tek katlı taş evin önünde durdurdum. Yolu ve etrafı soluksuz izleyen Simya ile göz göze geldim. “Burası kimin evi” oldu ağzından ilk dökülenler. “Burası benim çocukluğumun evi” dedim. “Bu akşam burada benimle yemek yer misin? Eğer merak edersen sana maziyi, içine düştüğüm masalları anlatırım, otuz yıldır tek bir mobilyası bile değişmemiş bu zaman tünelinde kaybederiz kendimizi. Ne dersin Simya?” dedim. Sanırım göz de kırpmıştım. “Kulağa hoş geliyor, ama evi bir görmem gerek, görmem için önce inmemiz gerek” diyerek ve biraz da utanarak acele ile açtı arabanın kapısını. Ve ben onun ardından koltuktan ayrılışını ve arabadan inişini izlerken bütün tazeliği ve kıvraklığı ile süzüldü dışarıya. “İnmeyeceksiniz herhalde” dedi, “Merak ettim evi, verin bari anahtarı da ben kendim dolaşayım”

Gözlerimi gözlerinden alamadan tam birkaç cümle fısıldayacaktım ki en Safa hallerimden biri ile, benim taraftaki açık camın yanında beliren Gümüş ablanın sesi ile irkildim.                “Hoş geldin Safa Bey, girişten gördüm arabanı. Anca geldim, koştura koştura”. Kahverengi uzun saçlarını kafasında topuz yapmış alnından beyazları ışıl ışıl görünen tıknazca bir kadındı. Hızlı konuşur, hızlı hareket eder, bu siteyi oğulları ile birlikte çekip çevirirdi. Zavallı kadının eşi yıllar önce ölmüştü. Gümüş abla anneannemin son zamanlarında ona yakından hizmet eden genç bir gelindi. Seneler ne çabuk geçmiş diye hayıflandığımı hatırlarım o anlara dair, daha yirmi beşinde bir delikanlı olmama rağmen.   “Sağol Gümüş Abla hoş bulduk, ben de bir aile dostumu getirdim,  daha önce bahsetmiştim evden kendine. Çok merak etti, ne yapayım, bir getireyim dedim.” sözleri dudaklarımdan dökülürken, ağır ağır çıktım arabadan. İsteğimiz olup olmadığını sordu, ona akşam için birkaç bir şey ısmarladıktan sonra, zar zor attık kendimizi evin antresine.
( Bir Buruk Genclik Hikayesi 6 başlıklı yazı canayhanim tarafından 13.12.2013 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.