Tabii ki ve illa ki ona...
Kelimelere
tutkal mı bulaştı? Neden takılıp kalıyorlar göğsümün en olmadık yerinde?
Güneşin
masmavi atlas üzerinde parıldayışını seyrettiğim her gün, biraz daha su
kaybederken vücudum, gözlerim geçmişi aramakta.
Geçmiş
hüznümün yâdı.
Geçmiş
ağzımın tadı.
Geçmiş
dokunmadığım kadife kaplı defterim.
Tül perdelerin
gerisinde kalanları seyretmekten geri durmuyorum. Etrafına yıldızların çakılı
kaldığı, ruhumun her bir zerresinin peşinde pervaneye döndüğü o zaman dilimini
seyrediyorum. İhtiyarlamış görmeyeli. Eskimiş kadife defterimin yaldızlarla süslendiği
köşeleri. Yırtmaçları parçalanmış hani. Tutacak yer kalmamış, paramparça olmuş.
Nehrin
tuzlu suyuna girip çıkmış da zerre kaybetmemiş üzerine çiziktirdiğim
harflerden. Ahdime vefasızlık bir yana, kapımda kul olmaya yemin etmiş. Ama bir
köşeye fırlatmışım. Zihnimin pas tuttuğu, hatta küf koktuğu bir mecrasına onu
gömmüşüm. Usulca. Gasilhaneden çıkan bir cenazeyi toprağın sıcacık ellerine,
yumuşacık koynuna bırakır gibi.
Silmiş
miydim geçmişi?
Bir çırpıda?! Öyle mi?
Unutamadığım neydi pekala?
Göğsümün
orta yerinde atıp duran o şey neden titriyordu? Bilmiyordum. Gözlerimi usulca
kırpıştırdığımda yüreğimden dökülen parçalar usulca zerk ederken yanaklarımdan
yeryüzüne, neden verdiğim kararın sorumluluğunu kaldıramadığımı düşündüm.
Eskiyen
bir halının dökülen astarı gibiydi düşüncelerim. Çırptıkça kopuyordum
iplerimden. Düğümlerim ardı arkasına çözülüyordu. Yaşlanmıştım. Geçmişim benim
geleceğimi perdeliyor, halının üzerinde tepinen çocukluğumun, dostluğumun lime
lime oluşunu seyrediyordum. Her bir düğüm çözüldükçe, yüreğimin etleri
parçalanıyordu.
Dirayet
mi? Çoktan gitmişti elden. Kalıntısı bile yoktu tarihi eser niteliğindeki
ruhumda. Ucuz bir kelime olmuş, pek çok lügatin içine karışmış gibiydim. Sanki
açıp baksalar beni ben edecek o insanları göreceklerdi anlamımda. Ama ne açan
vardı; ne de bakan. Ucuzca yazılmış, bedava satılmıştım.
Neden
düşünüyordum, peki?
Bitene
mi üzülüyordum; bittiği için fırsat veren kendime mi?
Yoksa hiçbir şey bitmemiş, daha da sağlamlaşmıydı?
Sağlamlaşmalıydı. Eskisinden daha iyi, daha sağlam olmalıydı. Bunu istiyordum.
Ben
demiyor muydum ki “ömürlüktür” diye. Yazmamış mıydı kelimelerim cümlelerimi. Ömürlüktü.
Öyle demiştim işte. Ömürlük. Eskimeyen. Astarından prim vermeyecek; ama vermediği
prim ile lime lime edilen.
"Dostluk
dediğin..." dememiş miydi Alfred Capus. “Çınar gibidir. Meyvesi olmasa bile gölgesi
yeter.”
Gölgesi
yetmemiş miydi bize? Bir şeyler hep eksik mi kalmıştı? Yoksa, çınar kökünden mi
kesilmişti?
Hayır.
Kökünden kesilmemişti hiçbir şey. Kurtçuklar girmişti sadece ağacın dallarına. Yıkıldı
yıkılacak. Temizlenmeliydi.
Asırlık
halının astarını yemiş bitirmişti güve. Böceklenmişti işte. Ömürlük olanın ömrü
bitmek üzereydi.
Bereket
ki çınarı temizledik kurtçuklarından. Su verdik. Suladık. Uzun zamandır hem
kurtla mücadele eden hem de susuzluktan bitap düşen asırlık ağaç, ömürlük
dostluk çıtırdadı çıtırdayacak. Gerekeni yaptık!
Toparlanması için çınarın birazcık bekleyecektik. Evet, çınara gereken zamandan gayri bir şey değildi.
Zaman... İlacı, dermanı olmayan illetlerin...
Astarını
sağlamlaştırdık halının. Güveden temizlenmesi için yıkadık bir güzel. Ovarlokçuya
götürdük. Ayağımıza gelmedi; ama biz gittik. Çerçevelettik köşelerini. Yırtık,
pırtık ne varsa yamadık. Eksik kalanı tamamladık. Mamafih eksik bırakmadık bir
köşesini. Usulca sardık. Bir köşeye kaldırdık. İçine birkaç da naftalin attık
hani. Kokusundan başımız ağrıyacak, sinemizin en ortası yanacak elbet, ama
ebedi kalacaktı astarı yırtılan, etrafı sökülen halının resmi.
Ömürlük
demiştim. Lisede dostluk ömürlük.
Düşüncelerim ipek atlasların perdelediği, zihnimin tül tül gerisinde kalan o yerden fırladı çıktı. Ne düşündüysem önceden bir bir çıktı karşıma. İstediklerim, isteyip de edemediklerim, edip de söyleyemediklerim ve hayallerim(iz)....
Kahkahalara boğan hayallerimiz ve yaptıklarımız... Her birini hatırladım düşündüğüm o saatlerde. Güldüm deli gibi. Gülmeliydim; çünkü biz onların her birini ileride konuştuğumuzda hatırlayacaktık. Öyle yapacaktık tabii ya.
Şöyle bir şey yapmıştık "dostum" diyecektim aradığımda yahut görüştüğümde. "Hatırlar mısın? Ne güzel günlerdi be! ve ne güzel günlere beraber gideceğiz..."
Sıyrıldım hatıralardan. Bugüne döndüm.
“İyilik” dedim. “İnsan kardeşi olarak gördüğü kişiye iyilikten başka bir şey eder mi?”
“Etmez”
dediler, “kardeş kandandır. Bağdandır.”
Kanımızın
karışmadığından mıydı bunca cefa? Öyleyse kestim elimi. Akıyor al renk.
“Gel”
demek kolay değil; ama kanın akması kolay. “Çık karşıma, kes elini, sür kanıma”
demek zor; ama birinin oraya elini sürmesini beklemek kolay.
Yaftaları
sevmediğimden “kan kardeşiyiz” demedim. “Kardeşiz” deyip bağrıma bastım. Kalbimin
en ücra noktasına yerleştirdim sevgimi. Kimsenin el süremeyeceği ama hep baki kalacağı o noktaydı artık. Kalbimin orta yerindeki o amansız illet
kırılmadı lakin. Yıkamadım gurur denen o şeyi. susturdum da sevgimi, diyemedim
böyle böyle. “Gel, özlemişim be” demek yerine “dur orada” demeyi tercih ettim. İstediğimi
değil, gururumun istediğini söyledim belki, ama böyle olması gerektiğini
bildim.
Verilen
sözler. Ayrılık kelamını yakıştırmış mıydık yanımıza? Bence “hayır.” Bir beden
büyüktü hani ayrılık bize. Bir beden büyük. Hep bol gelecek kıyafetin adıydı
işte. Giysek yakışmayacak, çıkarsak çıplak kalacağımız.
Giymemeyi
tercih edebilecek miyiz?
Bilmiyorum.
Çıplaklığı
göze alabilecek miyiz?
Ben
doğduğum anda çıplak gelmişim dünyaya. Varsın bir kez daha çıplak kalayım. En azından
yüreğimdeki o sevgi için. En azından “Ne yaptın” diye sorduklarında, ayrılığın
bana bol gelen kıyafetini giymediğimi söyleyip “ömür boyu çıplak kaldım”
diyebileyim.
Son söz,
ilk sözün yansımasıdır derler. Doğru mu inanın bilmiyorum. Ama bir cümlenin
fısıltısı dolaşıyor dilimde.
“ESKİ
DOSTTAN DÜŞMAN OLMAZ.”