Bazen gökyüzüne bakarım. Hayran hayran
seyrederim sessizliği. Vakur edayla süzülüşüne bakakalırım bazı vakitler
dolunayın. İncecik hilalin bakışlarını çizerim kağıda. Sonra gıpta duyarım dört
bir yana yayılmış yıldızların her bir tanesine. Bir gök taşının parelenmiş,
envai çeşit taşı olsalar dahi, yahut zifiri karanlık gökyüzünde kaybolmuş bir
taş olsalar bile umutla ışıldayışlarına bakarım her dem. Sevinirim bazı
vakitler. Umudumu yitirdiğim zamanlar, bakabileceğim saf, dürüst, riyakâr
olmayan bir şeylerin varlığına. Ama çoğu vakit göğsümde filizlenen kıskançlığın
kavurucu ateşiyle harlanır vücudum. Üzülürüm sonra. Birkaç katre süzülür
gözümden yeryüzüne. Düşünürüm. “Neden böyle olamıyorum?” kelimesi yer bitirir
beni. “Neden en ufak şeyde üzüyorum kendimi” cümlesi yapışır kalır dimağıma.
Camın kıyısından seyrettiğim gökyüzüne
haksızlık ettiğimi düşünürüm sonra. Kıyamam onca samimiyete ve hayıflanırım
benim araya soktuğum buğulanmış camın aldatıcılığına. Açarım pencereyi. İç ürperten
bir rüzgâr yalar geçer biraz önce katrelerin yeryüzüne süzüldüğü yanaklarımı. Buruk
bir tadın kekremsi kokusu yayılır bulunduğum çehreye. Dışarıdan geldiğini
düşünürüm önce. “Birisi lastik yakıyor olmalı” diye geçiririm içimden. Envai çeşit
düşünceler katmerlenir beynimde. Kim bilir belki de bir yerlerde dünyanın,
yerkürenin ciğerleri harlanmış yanıyordur, yahut, bir evin bacasından tüten
gazın kokusu gelmiştir burnuma. Bir ailenin feryadını, göçüp giden ruhunu
kokluyorumdur belki de. Düşünür dururum. Şizofreni gibi kurar da kurarım
içimde. Anlamsız cümleleri birleştiririm, anlamlı kelimelerin yanına eklerim.
Kabul etmez anlamsız cümleleri, anlamlı kelimeler. Düzen, düzensizliği istemez
çünkü hiçbir zaman yanı başında. İteler, ötekileştirir.
Dedemin nefesini hissederim sonra kulağımın
dibinde. Kelimeleri ağır ağır söyleyişini, sesinin tonundaki babacan tınıyı,
gözlerindeki müşfik bakışı hisseder gibi olurum.
“Sus” dediğini duyduğum vakit yüreğim
kabarır. Usulca bir fırtına kopar içerimde. Dur durak bilmez, sessizliğe kani
olmayacak, devrim yapacak, yüreğimdeki iktidarı tepe takla edecek bir fırtına. “Konuşma
torunum. Yıldız misali bekle…”
Gözlerimi tekrar kaldırırım gökyüzüne. Zifiri
karanlığa gömülen acun, pamuk misali çivit rengi bulutlarla tüllenmiştir
çoktan. Yıldızlar seyrelmiş, ortada zümrüt misali ışıl ışıl yanan dolunay
kalmıştır geriye.
“Neden” derim pencereyi kapatırken, “Neden
yıldız misali parıldayamıyoruz zifiri karanlığa boğulmuş bir vakitteyken?”