Ölümü düşledim
bu gece. Mehtabın altında. esen rüzgarın tenime değen ılık rüzgarında. Hafif bir
uğultu kulaklarımda... Gözlerim boşlukta gönlüm kim bilir nerelerde. Ölümü hayal
ettim. Bana bir beden büyük gelen o bulunmaz Hint kumaşını hayal ettim.
Onlarca hap
kutusunun biraz gerisinde, etrafımda serzenişte bulunan insanların en orta
yerinde, bir köşeye kıvrılmış bedenimin ve özgürlüğe kavuşmuş ruhumun hemen
yanıbaşındaydım. Oracıkta. Dağınık yatağımın, üzerinde binlerce boş parfüm
şişesinin bulunduğu komodinin hemen sağ yanında. Tepemdeki pencereden devir
eden taptaze bir hayat doğarken güneşin camdan süzülen ışıltısı düşüyordu
başıma. Neydi bu hal yahut bu durum, bilmiyordum. Veya bilmek istemiyordum.
Kimsecikler bilmesindi
öldüğümü ve kimseler ağlamasındı arkamdan. Kurtulmaktı benim gibiler için ölüm
ve ben kurtulmuştum oysa. Ama ne çare ki ağlayacaktı bir kısmı. Birkaç damla
süzülecekti gözlerden, dudaklar titreyecek, gülmeyi kendine ödev bilmiş
yanaklar gülmeyi hicap sayacaktı bundan sonra. Annemin derin feryatları,
babamın bir ömür sürecek donuk bakışları… Hepsi de bir bir geçti gözlerimin
önünden. Mamafih yaşamak bu kadar zor idiyse ölmek de bu denli ağırdı. Ölsen suçtu
şu dünya da yaşasan suç. Ne yapardı bu ikilemin en ortasında kendine hayrı
olmayan Âdemoğlu/Havvakızı?
Ambulans
geldi kaldığım yerin önüne. Birkaç gün önce adımladığım dar patikayı ambulansın
haşin tekeri geçti, birkaç gün önce gülerek geçtiğim dar koridoru elinde sedye
taşıyan sağlık görevlileri adımladı.
Hayatın kaidesiydi
bu işte. Kimileri erkenden ölür gider kimileriyse yaşamaya mahkûm bir vaziyette
önüne konulan kurallarla yaşardı. Ve ben, o gün ambulansın kaldığım yerin önüne
geleceği gecenin sabahında kurallara karşı gelmiş; insanların önüme koyduğu
kuralları tek bir kalemde çizmiş, yaşamaya ahd etmişlerin ahdını ufacık bir
hareketimle silmiş olacaktım. Olmalıydım. Zira yaşamak bu denli ağırsa,
insanların koyduğu kuralların veya onların geliştirdiği kanunların ne hükmü
vardı ki?
Gökyüzünün
üzerime çullandığını hissetmiş olmalıyım o gece. Yıldızların atmosferi delip
geçtiğini ve üzerime bir bir yağdığını hissetmişim galiba. Öyle olmasa neden
onlarca hapı mideme indireyim ya da bilmediğim onlarca intihar senaryolarını
tek tek gözden geçireyim ki? Yapmazdım. Bir şeyler ağır gelmişti işte de neyin
ağır geldiğini bilememiştim. Ve belki o gecenin sabahında da bilemeyecektim.
Ne oluyor,
soruları kaldığım yerin önüne yığılan polisin siren seslerine karıştı. Bir
yığın resmi işlem gerçekleştirirken yere uzanmış cesedim pencereden süzülen
güneşi selamlamakta halen. Öldüğün gün bile toprağa koymadan önce hakkında
binlerce tutanağın tutulduğu şu dünyadan mı beklentilerimiz veya
beklediklerimiz? Birkaç kişi başımda duran sağlık görevlilerinin araladığı
yerden beni izlemekte… “Bunu yapacağına ihtimal bile vermezdim” demekte
içlerinden en şişko olanı. “Yapamazdı abi” demekte cılız olan. “Yapmamalıydı”
sözünü eklemekte kumral saçlı olan kız. “Ama yaptı işte” diyerek kesiliyor tüm
sesler, “Siz ne derseniz deyin yapmış işte.”
Ceset torbasının
siyah görüntüsünü görmezden evvel bir adamın “ölmüş. Ölüm saati 07:30” sesini
duyuyorum. Sonra simsiyah bir torbanın içine yerleştiriliyor gencecik bedenim. Yazık
olmuş ifadesine soyunan envai çeşit renk gözlerin bakışlarıyla buluşuyor soğuk
bedenim. Buz gibi bir fermuar ile kapanıyor sonra dünyayla olan ilişiğim.
Kaç kişi
gelir cenazeme bilmiyorum. Eğer birilerinin beni toprağa bırakması gerekiyorsa;
pek kimseyi istemem orada. Birkaç kişi. Sevdiklerim işte. Gerisi sadece kuru
kalabalık. En yakınlarım yahut en yakın saydıklarım bir kürek toprağı çok
görmesinlerdi işte yeter. Yeter de artardı. Daha ne isterdim ki hayattan şu son
günümde daha?
Gelirler. Yüzlerce,
binlerce kişi doluşur yeşillerle örtülmüş tabutumun arka yerinde. Erkekler saf
tutmuştur sırtüstü uzandığım bedenimin önünde. Peki ya sonra?! Sonra… Sonrası
kara toprak işte.
Evin halini
düşünüyorum yine aynı mehtapta. Bir köşe de ağlamaktan mosmor olan gözleriyle
gelene gidene bakan annem, bir köşede usulca eğilmiş, başı önünde kardeşim ve
gerilerde bir yerde kendisinin hak ettiğine inandığı ölüme torunun yürümesine
üzülen büyüklerim.
Ne desinlerdi
bu saatten sonra? Ne diyebilirlerdi ki? Ölüm sebebi şu, damgasını kimse
yakıştıramazdı gencecik çocuğa. Yakışmıyordu zira daha ölüm bu körpecik
yavruya. Kime yakışırdı ki ölüm? Ya da kim isterdi bir an evvel ölmeyi? On
sekiz yaşındaki birisinin de önünde yaşayacak bir yığın seneleri vardı; yüz
elli yaşındaki birisinin de almak istediği yığınla nefes vardı. Sahi ya benden
başka kim isterdi bir an evvel ölmeyi? Kimse. Ben bile ne istediğimi
bilmediğimden istemekteyim ölmeyi. İstemekteyim sadece.
Hiçbir söz
fısıldanmayacak arkamdan. Dedikodu kazanları kurulacak elbette ama kimse
içindekileri bir başkasına aktaramayacak ilelebet. Yapamayacak. Kıyamayacak küçük
bir kasabanın en ücra köşesine kurulan mezarlıkta yatan çocuğa. Bir selvi ağacı
yahut çınar ağacından başkası konuşmayacak üzerimde. Ve bazı vakitler rüzgar
adımlayacak dostların, sevdiklerimin attığı kuru toprağı.
Ve bir söz
duyulacak ardımdan.
Sessiz
harflerin sesli harflerle anlamlandığı bir cümle dilden dile dolaşacak.
Belki
kimileri durmadan paylaşacak, belki de kimileri unutup gidecek.
Ama bir söz
hiç durmadan yankılanacak dört bir yanda.
Bir söz.
Ufacık ama yormadan
insanları, bir ömrü anlatan.
Ve diyecekler
ki arkamdan:
“Anlam kaybından öldü!”