AŞIK OLMASAM BÖYLE OLMAYACAKTIM.
Bir gece… Şafağın karanlığa, dolunayın göğün en ortasına yerleştiği
bir gece, gökyüzü yıldızları kuşanmış bir nefer misali, dolunay tüm yıldızların
en başında, sanırsınız ki başkumandan… öylesi bir gece. Issız. Karanlık. Yalnız.
Göğsümden çıkan nefes, gökyüzüne ulaşmadan evvel kulağıma uğradığı ve o buğunun
burnumun ucundan süzülüp göklere yol aldığı bir gece. Nasıldı? Hatırlamıyorum. Yüzü,
eşkâli yahut mevkii… Gözleri mesela, güler miydi, yoksa suskun muydu, maharetli
miydi bakışları? İnanın hatırlamıyorum.
İstanbul’da. Kış. İşte o vakitten bir gece. Gök kararmış, kül rengi
bulutlar evvela Kız Kulesini sonra Üsküdar’ı en sonunda da Beşiktaş’ı kaplamış.
Hafif bir sis, karşımda duran Boğaziçi Köprüsü’nü kapatmaya çalışsa da onunla
cebelleşen halat ışıkları “ben buradayım” demeye epey bi’ cesaretli. Dalgalar ayaklarımın
dibinde yeni yetme çocuklar gibi tepiniyor, kıyı şeridini boydan boya
dövüyordu. İnsanlar elleri ceplerinde, alacalı bulacalı kıyafetlerin, eskimiş,
pejmürde deri eldivenlerinin, siyah süetlerinin, zamanı olmamasına rağmen
üzerine geçirdiği kaşmir montların, deri ceketlerin içerisine sığınıyor. Her biri
siyah gölgeler, alacalı bulacalı siluetler gibi duruyor karşımda.
Bilmiyorum bu şehir neden böylesine gizemli yahut bu şehrin ortasında
kıvranan insanlar neden bu kadar naçar? Bir cazibesi olmalıydı, ki vardı. Bunca
insan neyine kapılıyordu bu şehrin? Neden buradaydı gördüğüm tüm yüzler? Deniz mi, kız kulesi mi, martılar mı yoksa metropol bir
şehir olması mı? Yahut âşık mı olmuşlardı bu şehre?
Birisi elini, üzerine geçirdiği ve iskeleden buyana sığındığı kaşmir
ceketinin ceplerinden çıkarıyor ve yüzünü sağ tarafına döndürüyor. Eliyle gözlerinden
sızan bir damla yaşı kuruladıktan sonra denize tükürüyor. Hırsla ve nefretle…Gözlerindeki nefreti, hırsı ve haykırışı
duyuyorum.
“Sahi ya neden?” diye haykırmak isterken bir martı geçiyor önüm sıra. Göz
göze geliyoruz. Onun kurşunî renkteki kaftanının arasına serpiştirilmiş ay
kadar beyaz tüylerini izlerken küçücük, karpuz çekirdeği misali siyah gözlerini
görüyorum. Hey hat! Kıpkırmızı kesilmişler. Ateş saçıyorlar sanki dört bir
yana.
İnanın bana nasıl sevdim yahut nasıl gördüm hatırlamıyorum. Kim bilir
belki de sevmedim. Kim bilir, belki de ona olan sevgim İstanbul’a olan
aşkımdandı. Yo, hayır haksızlık ediyorum. Onu İstanbul’da görmüş olmam veyahut
onunla İstanbul’da, şu sahil şeridinde, martıların şahitliğinde ve yine
dalgaların tepiştiği yerde görüşmemden değildi içimde saklı tuttuğum sevginin
nedeni. Öyle olmalıydı ve öyleydi. Ya gözleri? Onları bu denize nazar ederken
mi aklıma kazımıştım? Açık kahve gözleri... Ne garip ama!.. Denizle tam bir
tezat içindeydiler. Mavi ve kahverengi… Ben ve o. Ne kadar da benziyorduk
birbirimize.
“Bir yazara âşık olmak ya da bir yazarın sevgilisi olmak…” diye
sormuştu o gün. “Nasıl bir şey?”
Terzi kendi söküğünü dikemezmiş ya o misal, dikemeyecektim kendi
söküğümü. Bunu adım kadar iyi biliyordum. Kem küm ettim. Ne diyecektim? Bir
yazar… Nasıl olurdu ki? Seçmediğim hayatın, seçmediğim dünyanın ceremesini
çekiyordum.
“Bir yazar sana ilgi göstermez, seni mutlu etmez, çekilmezdirler fakat
seni öyle çok sever, öyle çok sever ki adına methiyeler, kasideler, şiirler,
yazılar dizer.” Sesli düşündüm. Her bir kelimeyi istemeyerek de olsa söyledim. “Sıradan
bir insan sana hediyeler alır, sinemaya gidersiniz mesela, hatta birlikte el
ele tutuşur birbirinize sevdiğinizi söylersiniz defâtle, ama bir yazarla
sinemaya gidemezsin, hediye de bekleme o mendeburlardan. Akılları fikirleri
kelimelerdir. Yazmaktır. Ama şöyle bir şey ki, bir insan sana sevgisini verir,
bir yazar ise sana tüm dünyanın imrendiği bir aşkı ve sevgiyi bahşeder.”
Denize baktım yine. Delişmen dalgaların çizdiği siluetleri inceledim. Çocukluktan
beri severim gökyüzünün ve denizin hareketlerinden anlam çıkarmayı. Denizden bir
şey göremeyince gözlerimi gökyüzüne çevirdim. Bulutları izledim. Balık vardı
sanki. Orada, dolunayın sağ tarafında, ufacık bir balık. Gülümsedim.
“Peki” dedi, “çekilmez misin?”
“Sence?”
“İnatçının, çocuk ruhlu, gözlerinden sevgi ve şefkat fışkıran,
utanmasa insanlığın durumuna hüngür hüngür ağlayacak, bazen gaddar ruhlu ama
dünyanın en iyi kalbine sahip bir adamsın!”
İltifat ve hakaret... İnsanın düştüğü ikilemler… Hepsine bir anda
itmişti beni, kahverengi gözleriyle denizin dibini, yosunları, balçıkları ve
batık gemileri seyretmeye çalışan o kız.
“Sağ ol. Daha önce hiç kimse benden böyle bahsetmemişti.”
“Gidelim” dedi, “soğuk oldu.”
O gün gittik; fakat gittiğimiz günden beri aynı saatte, aynı yerde,
aynı kıyafetlerle bekliyordum. Kıyıda. Denizi döven dalgaların tam önünde, kül
rengi bulutların altında, yıldızları kendime kandil ederek bekliyordum.
Telefonum çaldı. Uzaklardan bir yerden yakası açılmamış bir küfür
duydum. Birisi yine aynı hışımla ellerini cebinden çıkarıyor, denize tükürüyor
ve küfrediyordu.
“Alo” dedim. Sıcacık bir ses beni sarıp sarmaladı. Denizi seyreden kahverengi gözlü kız olduğunu anladığımda gülümsedim. “Bekliyorum… Her zamanki yerdeyim. Kahve mi?.. Aldım say…”
Uzun zaman sonra yeni bir yazıyla merhaba değerli dostlarım. Selam ve muhabbetle…
Kaynak: www.galipargun.com