Makale / Bilimsel Makaleler

Eklenme Tarihi : 24.08.2009
Okunma Sayısı : 2917
Yorum Sayısı : 4

BİR ŞİİR TAHLİLİ: “GÖĞSÜM ÇOK AĞRIYOR ASYA” ŞİİRİ – HAYRETTİN YAZICI


GÖĞSÜM ÇOK AĞRIYOR ASYA

Böyle ağlama kucağımda Asya.
Döl tutmuyor uzun yeleli kısrakların.
Gözyaşıyla sökülüyor nasırların.
Hükmü kalmadı dağların.
Heybetini kaybetti gururun.
Kök salmış derinlerine,
Büyümekte urun,
Sanmam,
Suçu yok gâvurun!

Dağlar da senindi.
Ovalar da senin.
Asırlardır ellemedin, elletmedin.
Dönüp kendi etini yedin.
Gelip geçen emdi.
Niçin ha niçin?
Namustan saymadın memelerini,
Yüzüne çarpılan dualarda,
Kaybettin ellerini.
Çırılçıplak kaldın işte,
Herkes biliyor yerini.

Böyle ağlama kucağımda Asya!
Başkaları tararken siyah saçlarını,
Gözün hep dışarıdayken üstelik,
Cebimde yokken metelik,
Dayama göğsüme alnını.
Ciğerim delik deşik,
Ben sana yapamam annelik.

Şimdi anladım ki yar da olamam,
Ben sana dayanamam.

Işıkta önce sana doğar.
Önce sana doğar karanlıkta.
Bu nasıl şey,
Hep kaldım aralıkta?

Şimdi herkes bi taraf,
Asya’nın yüreğine kurulmuş araf.

Gerçekten daha beter rüya,
Göğsüm çok ağrıyor Asya.


Hayrettin Yazıcı / 28.07.2009


“GÖĞSÜM ÇOK AĞRIYOR ASYA ” ŞİİRİNİN TAHLİLİ

Seni de vururlar bir gün ey acı.
Bir kuytu köşede sapan taşlı çocuklar…
Dalın, kolun, fidelerin budanır.
Kuru bir kütükle kalakalırsın.

Ve siz ey analar, hani siz gecelerinizi böler,
Çocuklarınıza ninniler söylerdiniz?
Hani siz Fatihler doğururdunuz?
Çocuklar hep yetim kalıyor.

Kolları ve bacakları budanmış delikanlıları,
Boyunları gövdesinden ayrılmış insanları...
Gözleri uyur gibi kapanmış,
Kan pıhtıları içindeki bu çocukları,
Gelişmiş laboratuarlarınızda, dikkatle inceleyin
Ve bir gün bu memleket gül bahçesine dönecek...
Bunu böylece bilin ve unutmayın…


Acı sınırlarının alabildiğine genişlediği mekânlar. Kan, gözyaşı, keder, yıkılmış ocakların, hanuman olmuş yurtların, yıkılmış bağların, kimsesiz mezarların çepeçevre kuşatılmış olduğu yeryüzü toprakları.


Hasret ve gözyaşı ile başlasın kalemim, kelimeleri ve satırları hüzün yüklü hikâyeme.
Yüreğinizin bir yerlerinde damlaya damlaya birikip, akıp yol bulacağı bir mecrah arayan ve akmak için gözlerden müsaade isteyen bir avuç gözyaşına gebe hikâyemin başlangıcı. Hikâyem acıya, umutsuzluğa, kavuşmanın başka baharlara bırakıldığı acı ayrılıklara, hüzünlere, rengini kaybetmeye yüz tutmuş eylül yaprakları misali sararmış duygularla ve düşüncelerle sarmaş dolaş kelimelerle çevrili bir hikâye. Her hikâye acılarla mı doludur? Bilinmez ama hikâyemdeki satırlarda kalemimin mürekkebinin gözyaşlarına eşlik ederek sızladığı ayrılıklarla çevrili bir hikâye.


“ O, Asya’nın kara bağrındaki kuru topraklarda boy vermiş olan “Aybalam” diye çağrılan ovaların sürmeli gözlü ceylanıydı. Bahar mevsiminin en güzel, şen şakrak günlerinden birinde doğmuştu. Sanki cennetin bir parçasını Yaradan (cc), Asya’nın bağrındaki bu bölgeye koyuvermişti. Arkadaşları ve kardeşleri arasında, bu sulak ve yemyeşil otlarla dolu ovada geçiyordu ömrünün en güzel baharı. Annesi öğretmişti tüm güzellikleri, iyilikleri ona. Hayatta her şey güzelliklerle çevriliydi. Günler birbirini bu hengâmede kovalarken Aybalam da endamıyla, güzelliğiyle çevresinde göz kamaştırıyor ve dillere destan oluyordu. Asya’nın bağrındaki topraklar da bu can alıcı güzellik, boy verip her tarafı sarmalıyordu. Ona öyle öğretilmişti, çünkü mayası iyilik ve güzelliklerle karılmıştı. Bundan ötesini düşünmek olabilir miydi?

Bütün güzellikler ve neşe kaynağı hayat bu hengamede sürüp giderken, bir gün vefasızlık abidesi, ayrılıklarla bütünleşmiş avcının bu mekanı bulmasına kadar sürmüştü. Avcı, elindeki uzun namlulu ve dürbünlü silahıyla, bu el değmemiş vadide gezinirken görmüştü Aybalamı. Ona sahip olmalıydı. Adeta onu bu ovaya Aybalam’ın dillere destan güzelliği sürüklemişti. Onu sinsi bir gölge gibi takip etmişti. Aybalam sessiz, bilinmezliklere doğru kanat çırparak pervaz eden kuşlar misali adeta uçarak gidiyordu cennet asa yuvasına kardeşlerinin arasına. Az sonra başına geleceklerden bihaber yiyordu yemyeşil otlardan.

İçine mi doğmuştu ne? Huzursuzdu o gecenin başlangıcında. Gece, bir yorgan gibi örtmeye başlıyordu günün üzerini. Gece, hapishane mahkumu gibi gündüzün üzerine çöreklenmiş onu, hapishane mahkumu gibi esir etmişti. Aybalam, o gecenin başlangıcında huzursuzdu, içinde acının ince sızıları duygularını kemiriyordu. Sıkıntının kaynağını kestiremiyordu, fakat iyiye alamet değildi.
Güneşin ilk ışıkları dallardaki minik serçelerin sesleriyle bir olmuş onu, umudun habercisi olan yeni bir güne uyandırıyordu. Yeni yeni gözlerini açmış ve soğuk karlı yüce dağların bağrından kopup gelen dereden su içmeye gidiyordu. Çevresindeki kardeşleri çoktan uyanmış yeşillikler içinde kayboluyorlardı. Çevresindeki diğer yaramaz ceylanlar onunla oynamak istiyorlardı. Fakat Aybalam’ın duyguları tercümansız kalıyordu. Adeta acının koyu, kesif kokusu tüm bedenini sarmaya başlamıştı bile. Suyunu içtikten sonra, her zamanki gibi biraz uzakça da olsa daha yeşil ve gür otlarla çevrili otlağına doğru seke seke yol almıştı. Buralar onun ve ondan öte atalarının yıllardan beri yaşadıkları mekandı. Hayatın tüm güzelliklerini, umutlarını, heyecanlarını burada dostlarının arasında tatmıştı. Ayrılık mı? Daha önce hiç kimseden duymadığı, alışık olmadığı bir kelimeydi. Çevresindeki herkes avcının varlığından bihaber yaşarken; acıların kaynağı görünen ve duygularının dumura uğramış olduğu vefasız avcı, gölge gibi yine Aybalamı takibe koyulmuştu sabahın ilk ışıklarıyla. Aybalam yeşillikler içinde kendini kaybedince; avcı, birazdan acılara ve ayrılıklara beşiklik edecek olan mevzisini almıştı bile. Aybalam’ın sürmeli gözleri dürbündeki yerini almıştı. Kısa bir sessizlikten sonra ovayı derin bir çığlık kaplamıştı. Bu çığlık Aybalam’ın Asya’nın bağrından kopan çığlıkları, tüm dünyaya haykırışını ve bir kalbin son vuruşlarını ifade ediyordu. Duy sesimi Asya, duy ki, sana sesleniyorum insanlıktan nasibini aldığını düşünen dünya.

Aybalam’ın vücudundan sızan gözyaşlarıyla harmanlanmış al kanları Asya’nın bağrına düşüyordu. Kendince bir yol bulmuş, toprakta ilerliyordu. Toprak adeta bu acıya kimse şahitlik etmesin diye acı ve ayrılık yüklü alkanları bağrında saklamaya çalışıyordu. Herkes ne olup bittiğini kestiremeden avcının ayak izleri ve eylül rüzgârlarının hüzünlü esintileri acı haberi ovaya yaymıştı bile. Herkes ve her şey kaskatı kesilmişti. Zaman durma noktasında ilerliyordu. Avcı, Aybalamın bedenine çoktan çöreklenmiş, caniliğini tüm ovaya izlettirircesine gerçekleştiriyordu. Hain eller, üzerine düşeni göz açıp kapayıncaya kadar gerçekleştiriyordu.

Ovadaki tüm canlılar için bu yarınlara umutla bakan yüreklerdeki gün ışığının geceye devretmesi demekti bu. Herkes bundan sonra ne olacağını çok iyi biliyordu. Gökyüzü bundan sonra yağmur yerine gözyaşı akıtacaktı umutlara, yarınlara. Şimşeklerin şakıması aç sırtlanlara yol göstermek için olacaktı. Asya’nın bağrına cemreler düşmeliydi. Cemreler yeni muştulara gebe olarak. Akan gözyaşları beslememeliydi kurumaya yüz tutan ırmakları. Kuruyan topraklar çatlamamalıydı yüreklerdeki hüzün sebebiyle. Asya’nın bağrına düşmeliydi bir İbrahim kılıcı. ”


Ey güneş, tut elimden. Beni yine gecelere mahkum etme. Güneşi kaybolmuş şiirlerin bana zindan olmasını, beni kelimelerinde bağlamasını istemiyorum. Ey güneş haleleri, tutun elimden götürün beni kardeşliğin, umudun, neşenin, dostluğun, yaşama umudunun dopdolu olduğu ülkelere. Yüreğimdeki harikalar diyarında gezmek istiyorum. Güneş hiç batmasa, cennetin tohumlarını yeryüzünün bağrına salsam da, her taraf cennetasa baharlara dönse? Soğuk gecelerin bağrındaki rüzgârların asi çığlıklarını duymak istemiyorum.

Benim kentimde hüzün ve acı yoktu. Kim getirdi tüm umutsuzlukları, acıları, savaşları yurduma? Sen geldin geleli sokaklar küskün; sokaklar hasret, sevda dolu ayak izlerine; simitçi çocuğun umut dolu sesine; ay, dolunaya gebe iken her taraf gecenin bağrında gündüze sevdalı. Senin adın acıya, kedere, ayrılıklara, umutsuzluklara, hüzünlere, çilelere, ıstıraplara, sıkıntılara denk. Sen geldin ey acı, her şey ve herkes…


Şairimizin duygularının tercümanı mahiyetindeki şiirimizin yazılma nedeni olan Çin’in Uygur Özerk Bölgesi’nde Çin Hükümeti’nin acımasızca gerçekleştirdiği olaylar hakkında kısaca bilgi vermek gerekirse:
“ 21. yüzyıla girdiğimiz şu zaman dilimlerinde dünyanın dört bir yanındaki Müslüman kardeşlerimiz, yüzyıllardır baskı, zulüm ve işkence altında yaşamaktadır. Bugün Filistin'de, Irak'ta, Afganistan'da, Doğu Türkistan'da, Bosna’da ve daha nice baskıcı yönetimlerce idare edilen çeşitli İslam ülkelerinde bu zulüm ve entrikalar olanca şiddetiyle devam etmektedir. Son olarak Çin’in Uygur Özerk Bölgesi olarak adlandırılan Doğu Türkistan'da yüzlerce Müslüman Türk kardeşimiz hiçbir gerekçe gösterilmeden işkencelere, zulümlere ve daha da ilerisi yargısız infazlara mahkûm edilmiştir. Çin'in, Doğu Türkistan'daki Uygur Türk halkına uyguladığı zulmün en önemli nedenlerinden biri halkın Türk ve Müslüman olmasıdır. Çin, bölge halkının Türk-İslam kimliğini Çin Hâkimiyet ve Sultası'na karşı en büyük tehlike olarak görmektedir. Bir milleti yok etmenin en kısa yolu eğitimden geçtiğinden Çin de ilk olarak eğitim yuvalarından tahribe başlamıştır. Okullarda dinsizlik propagandası yapıldı. Ayrıca iletişim araçları vasıtasıyla insanların dinden soğutulmaları için yoğun çaba harcandı. Dini ilimlerin öğrenilmesi ve dini bilgilere sahip öncü kişilerin halkı eğitmeleri tamamen yasaklandı. Bölgedeki üniversitelerde eğitim Çince olarak yapılmaktadır. Geçtiğimiz son 40 yıl içinde dört defa alfabelerinin değiştirilmiş olması da yine bölgedeki Müslüman Türklere yapılan zalimce uygulamanın bir parçasıdır. Alfabede İslam harflerinden Latin Harfleri'ne geçilmiş, ancak Türkiye ile kültür köprülerinin kurulmasından korkarak tekrar İslam Harfleri'ne dönülmüştür. Alfabe ile bu kadar sık oynamanın nesiller arası anlaşmayı ne kadar zor bir hale getireceği ise açıktır.

Doğu Türkistan'dan son günlerde gelen toplu infaz haberleri Türk-İslam dünyasını derinden yaralamaktadır. Bugün Doğu Türkistan'da yaşayan Müslüman Türklerin gençleri sebepsiz yere tutuklanmakta, rejime karşı oldukları iddiası ile yargısız infazlarla idama mahkum edilerek kurşuna dizilmekte, Müslümanların ibadetlerini topluca yapmaları engellenmekte, kazançları acımasız vergilerle ellerinden alınmakta, halk açlık tehlikesiyle ölümün eşiğinde yaşamakta, yanı başlarında yapılan nükleer denemelerle ölümcül hastalıklara yakalanmaktadır. Batılı ülkeler, Çin tarafından tüm dünya ile irtibatı özellikle kesilen bu topraklardaki insan hakları ihlallerini her zamanki gibi görmezlikten ve duymazlıktan gelmektedir.

Doğu Türkistanlı Müslüman Türkler, yaklaşık 250 yıldır Çin egemenliği altında yaşamaktadırlar. Çinliler, bir İslam toprağı olan Doğu Türkistan'a "kazanılmış topraklar" anlamına gelen "Sincang" adını koymuşlar ve burasını kendi toprakları olarak tanımlamışlardır. 1949 yılında Mao önderliğindeki komünistlerin Çin'in yönetimini ele geçirmelerinin ardından, Doğu Türkistan üzerindeki baskılar eskisine oranla daha da artmış ve daha önce benzeri görülmemiş işkencelere Doğu Türkistan’daki kardeşlerimiz maruz bırakılmıştır. Komünist rejim politikası, asimile olmayı reddeden Müslümanların fiziksel olarak imha edilmesine yönelmiştir. Bunu neticesinde hunharca katledilen Müslüman sayısı inanılmayacak derece de korkunç boyutlara ulaşmıştır. 1949-2009 yılları arasında öldürülen Doğu Türkistanlı sayısı ortalama 40 milyon gibi inanılmaz bir rakama ulaşmıştır. Halkın hayatta kalabilen bölümü ise büyük baskı ve işkencelere maruz bırakılmaktadır. En son yapılan işkenceler ve yargısız infazlar da bunun en açık bir delilidir. ”


Üzerinde çok konuşulabilecek satırların bile kifayet getiremeyeceği derecede duygu yoğunluğa sahip olan ve gözyaşlarıyla çevrelenmiş olan şiirimizin girişi mahiyetindeki mukaddimeye burada bir nokta koyup, duygularımızın tercümanlığını yapan “Göğsüm Çok Ağrıyor Asya ” şiirini ele alıp incelemeye çalışalım.
“Göğsüm Çok Ağrıyor Asya ”şiirimizi biçim ve içerik olarak ele almaya çalıştığımızda karşımıza ilk bakışta biçim özellikleri olarak şu satırların döküldüğünü görmekteyiz:

Şairimiz, eserini kendi duygu yoğunluğunun en üst düzeyde olduğu bir anda kaleme almıştır. İzlediği veya dinlediği bir olay şairimiz üzerinde o kadar derin etkiler bırakmıştır ki, kelimeler yürekten yol bularak gözyaşlarının yardımıyla şiirimizin satırlarında boy vermiştir. Şiirimize, şairimizin içinde yaşamış olduğu tabiat çevresi ve sosyal hayat tabakası duygu, düşünce hayata bakış ve duyuş tarzını belirlemiştir. Şiir adeta şairin duygularının tercümanı vaziyetindedir.

Şiirimiz serbest vezin kullanılarak kaleme alınmıştır. Duyguların hüzünle harmanlanarak dışa vurum biçiminde çıktığını görmekteyiz. Duygu yüklü kelimeler serbest bir biçimde çıkmıştır. Şairin şahsi hayat tecrübesi şiiri oluşturmuştur. Şiirimizde kafiye, vezin vb etkenlerin yer almadığını görüyoruz. Şiirimizdeki şairaneliği kelimeler değil, kelimelerin yüklendiği mana boyutu temsil etmektedir. Dış aleme ait unsurlar durgun su yüzünde yansıyan hayaller gibi verilmeye çalışılmış.

Şairimiz gerçek hayattaki olaylarla kelimeler oluşturmuştur. Kelimeleri kullanarak gerçekler üzerinde biraz oynamış ve kelimelere yeni duygu boyutlarının olduğu anlamlar yüklemiştir. Zaten kelimeleri yerli yerinde kullanmakla şair, olayların zihinde uyandırdıkları biçimlerini değiştirmiştir. Fakat gerçekle, kelimelerin kazandırdığı biçimler birbirinden farklı şeylerdir. Şairimiz şiirinde objektif unsurları subjektif duygular sarmalında harmanlamıştır. Okuyucu şiiri okurken objektifliği kelimelerde hissediyor ama, şairimizin duygularını da bu objektiflik içerisinde kavrayabiliyor. Şiirde realist duygular ağır basarken, romantik duygularla örüntülü bir kelimeler bütününün varlığını da hissetmektedir. Gerçekler, duygusal kelimeler etrafında şekillendirilmeye çalışılmıştır.

Şiirde serbest tarzda yazılan şiirlerin genelinde görülen bir devrik cümle kullanımının ağırlıkta olduğu görülmektedir. Bazen bu devrik cümle kullanımı şiire etkili bir hava katmıştır. Tek kelimeden oluşan cümleler de şiirde kullanılmıştır. Duygular kısa ve öz biçimde ifade edilecekse tek kelimelik ifadeler tercih edilmiştir.
“ Böyle ağlama kucağımda Asya, döl tutmuyor uzun yeleli kısrakların, gözyaşıyla sökülüyor nasırların, hükmü kalmadı dağların vb.”

Şiirde dünyanın yedi ana karasından birisi olan Asya kıtası kişiselleştirilmiştir. Adeta şairimizin zihnindeki sevgili mahiyetine bürünerek bir güzel olarak karşımıza çıkmaktadır. Şiirde Asya kıtasında yaşayan Türk milletini zavallı, zulme uğramış bir kişi olarak Asya diye hitap edilen kara parçası temsil etmektedir. Şairimiz şiirde bu kara parçasının kişileştirilmiş şahsiyeti ile konuşmaktadır. Sembolik bir mana taşımaktadır. Onun mağduriyetini, zulme uğramışlığını, kimsesizliğini, sömürülmesini tüm dünyaya haykırmaktadır. Şiirde hâkim olan duygu zulme, işkenceye uğramış şahısların mağduriyetidir.

Kelimelerdeki harflere baktığımızda, şiirdeki duygu yoğunluğunu hatırlatan harflerin seçildiğini görüyoruz. Daha çok “s, y, b, d” yumuşak ünsüzlerin ağırlıkta olduğu görülüyor. Harflere mukabil kelimelerde de hüznün temi vardır. Kelimeler daha çok mağduriyeti, ıstırabı veren sözcüklerden seçilmiş. “ ağlamak, nasırlar, kaybetmek, ur, suç, çırılçıplak kalmak, delk deşik, araf, ağrımak, vb. ” Duyguların bu kelimelerden örüntülü olduğu düşünülürse şairin içindeki ruh hali hakkında bilgi sahibi olunur herhalde.

Şiirde gerçek hayattan alınmış “ kısrak, nasır, gözyaşı, dağlar, ur, ovalar, eller, saçlar, karanlık, cep, ışık ” gibi kelimelerin ağırlıkta olduğu ve bunun da şiirin etrafını gerçekle çevrelediği görülmektedir. Buna mukabil tamlamalarında kullanıldığı görülüyor. “ uzun yeleli kısraklar, siyah saçlarını, Asya’nın yüreği, gavurun suçu. ”


“Göğsüm Çok Ağrıyor Asya ” adlı şiirimizin bu biçim özelliklerinin yanı sıra, içerik özellikleri bakımından ele alıp incelemeye çalıştığımızda şiirimizin şu özelliklerini görmekteyiz:


Böyle ağlama kucağımda Asya.
Döl tutmuyor uzun yeleli kısrakların.
Gözyaşıyla sökülüyor nasırların.
Hükmü kalmadı dağların.
Heybetini kaybetti gururun.
Kök salmış derinlerine,
Büyümekte urun,
Sanmam,
Suçu yok gâvurun!

Şiirde Orta Asya diye anılan topraklarda yaşayan Türk-Müslüman halkın uğradığı zulümler, entrikalar, işkencelerle dolu hayatları şiir edasında kaleme alınmıştır. Aşık ile maşukun birleşmesi misali insan suretindeki güzele benzetilen Asya toprakları, üzerinde gerçekleştirilen zulümler neticesinde ağlayan ve yürekleri kanayan insanların temsil eden sevgiliye benzetilmiştir. Sevgili Asya, üzerindeki bu olumsuzluklara karşı çıkamamanın verdiği elemle, küçük bir çocuk misali, tüm bu olan olayların sorumlularını sevgilisine şikâyet etmektedir onun kucağında.

Bir zamanlar toprakları en verimli arazilerin olduğu ve en verimli kısrakların cirit attığı yer iken şimdilerde hüznün, elemin, üzüntünün yeri olarak anılmaktadır. Eski günlerden dem vurmaktadır. Topraklarında elleri alın terleriyle nasırlar bağlamış yüreklerin nasırları şimdilerde gözyaşları ile sökülmektedir. Bir zamanlar atalarımıza beşiklik eden yüce, sarp dağlarımız şimdilerde gözyaşlarına gebe insanların hüzünleri karşısında eriyip kül olmaktadır. Türklerin yeni bir medeniyete doğru yol almaya başladıkları ve tarihin altın sayfalarında “Ergenekon’dan Çıkış” diye anılan atalarımızın dağı eritip, erittikleri bu yoldan kendilerine bir çıkış yolu bulmaları ile neticelenmiş olan çıkışlarının merkezi şimdilerde ıstırabın çıkış merkezi haline getirilmiştir. Şimdilerde bu dağlarda yabancı ellerin nefesleri esmektedir.

Bir ur gibi bedeni sarmış bu hastalık bedene kök salmış durumda. Eski heybetin nerelerde. Bağrında nice sineye beşiklik ettin de hiçbirine vefasızlık etmedin. Vefasızlığın, zulmün, acının adını bilmeyen yürekler yetiştirdin. Toprağında dünyaya sevgi ve muhabbetle meydan okuyan nice Kaşgarlı Mahmutlar, Yusuf Has Hacipler, Ahmet Yeseviler, Buhariler, dede Korkutlar yetiştirdin de hepsi sevgiyle insanları kucaklamasını bildi. Yeryüzü hala onların sevgi ve muhabbetleriyle sarmaş dolaş olmakta. Fakat nasipsizler bundan bihaber.

Senin bağrındaki bu olumsuzlukların boy verip yeşermesinde yabancı ellerin hiçbir suçu yok. Tek suçlu biziz. Şairimiz ne de güzel ifade etmiş bu ayrılıkların membaını. Biz tek suçluyuz. Eğer biz Türkler olarak kendimizi bilseydik, kendimizle barışık olsaydık, kardeşliğin gereklerini yerine getirseydik bugün başımıza gelen bu sıkıntıları belki de yaşamayacaktık. Biz Türk, İslam birliği sentezini gerçekleştirip el ele verip kardeşliğimizi tüm dünyaya haykırabilseydik kimse bizim aramıza nifak tohumları saçamayacaktı. Bizi sürgün ülkelerden sürgün ülkeler başkentine atamayacaklardı. Eğer biz kendimiz olarak kalabilseydik.


Dağlar da senindi.
Ovalar da senin.
Asırlardır ellemedin, elletmedin.
Dönüp kendi etini yedin.
Gelip geçen emdi.
Niçin ha niçin?
Namustan saymadın memelerini,
Yüzüne çarpılan dualarda,
Kaybettin ellerini.
Çırılçıplak kaldın işte,
Herkes biliyor yerini.

Asya’nın kara bahtlı talihini sen sevgili, baharlara çevirdin. Senin için söylenecek hiçbir söze tahammül etmedin, toz kondurmadın. Senin atalarının güzelliğini, cesaretini yıllara meydan okuyarak günümüze gelene kadar Orhun Abideleri tüm dünyaya haykırmıştır.

“ Üstte mavi gök, altta yağız yer kılındıkta, ikisi arasında insanoğlu kılınmış. İnsanoğlunun üzerine ecdadım Bumin Kağan, İstemi Kağan oturmuş. Oturarak Türk milletinin ilini, töresini tutuvermiş, düzene sokuvermiş.
Dört taraf hep düşman imiş. Ordu sevk ederek dört taraftaki milleti hep almış, hep tâbi kılmış. Başlıya baş eğdirmiş, dizliye dik çöktürmüş. Doğuda Kadırkan ormanına kadar, batıda Demir Kapıya kadar kondurmuş. İkisi arasında pek teşkilâtsız Gök Türk'ü düzene sokarak öylece oturuyormuş. Bilgili kağan imiş, cesur kağan imiş. Buyruğu bilgili imiş tabii, cesur imiş tabii. Beyleri de milleti de doğru imiş. Onun için ili öylece tutmuş tabii. İli tutup töreyi düzenlemiş. Kendisi öylece vefat etmiş.”

İşte bir zamanlar dünyaya hükmeden ataların bu idi. Senin şimdiki halini görselerdi acaba ne derlerdi? Bir zamanlar Dede Korkut Ata’nın er oğlu erlere yani atalarına isim verirken, ovalarında yaylakların, kısrakların, küheylanların buz gibi sularından içtiği diyarlarda, şimdiler de yabancı eller yuvanı mekân tutmuş, seni atalar diyarı yurdundan çıkartmaya çalışmaktadır. Bunun içinde her türlü işkenceyi, zulmü sana reva görmektedir. Asırlarca bu ovalara el sürdürmedin. Adeta topraklarını gelinlik kız mahiyetinde korudun, kolladın.
Ağlamaktan kaskatı kesilmiş bebeklerin anne sütüne sarılmaları gibi, aç sırtlanlar senin verimli topraklarını emdiler, sömürdüler. Sen aç, sen biçare, sen mazlum oldun. Herkese aynı mesabede yaklaştın, ayrılık gayrılık yapmadın. Herkes dualarını yapan ellerine saldırırken en elsiz, kolsuz biçare kaldın. Senin hakkın, senin karşılığın bu olmamalıydı.
Şimdilerde senin toprakların çorak, kimsesiz, vefasızlarla dolu. En mahrem yerlerin herkesin diline yapıştı kaldı. Sevgili, şimdilerde sen tek başına kaldın. “kendi yurdunda garipsin, kendi yurdunda parya.” Kimsesizler diyarındasın. Dostların hallerinden bihaber, sen kalakaldın yalnız başına.


Böyle ağlama kucağımda Asya!
Başkaları tararken siyah saçlarını,
Gözün hep dışarıdayken üstelik,
Cebimde yokken metelik,
Dayama göğsüme alnını.
Ciğerim delik deşik,
Ben sana yapamam annelik.

Şimdi anladım ki yar da olamam,
Ben sana dayanamam.

Ey sevgili Asya’m! Şimdilerde hangi sevgilinin yanında başını dayamış hayallere dalıyorsun? Hani seninle hülyalı günlerimizin baharlarında ceylanlar gibi sekerek yaşardık. Eski hatıralarla dolu günler taş yazmalarda bile yer etmişken, sevdamızı nasıl anlatıyor Asya. Senin benden uzaklaşarak bulduğun, yar edindiğin sevgili bak hangi hain tuzakları planlamaktadır.

“ Beyleri, milleti ahenksiz olduğu için, aldatıcı olduğu için, Çin milleti hilekâr ve sahtekâr olduğu için, küçük kardeş ve büyük kardeşi birbirine düşürdüğü için, bey ve milleti karşılıklı çekiştirttiği için, Türk milleti il yaptığı ilini elden çıkarmış, kağan yaptığı kağanını kaybedivermiş. Çin milletine beylik erkek evlâdını kul kıldı, hanımlık kız evlâdını cariye kıldı. Türk Beyler Türk adını bıraktı. Çinli Beyler Çin adını tutarak, Çin kağanına itaat etmiş. Elli yıl işi gücü vermiş. ”

Sevgili yarınlarımız olacaktı bizim. Sevdamızı tüm dünya ya haykıracaktık. Fakat sen ayrılıkları seçtiğin için biz ayrı düştük. Sen başka bağırlarda sevda arar oldun. Ben artık senin bildiğin sevgili değilim. Senin bu durumun karşısında ciğerim delik deşik. Sevgili Asya’m. Aramıza ayrılık tohumları saçanlarla dost olduğundan beri, ben sana anayurtluk edemem artık. Senin durumun karşısında elim kolum bağlı, kanadı kırık kuşlar misali uçamıyorum semalarında. Soğuk pınarlarından içemiyor, yağız kısraklarınla rüzgârlar gibi savrulamıyorum.

Ben şimdi anlıyorum ifadesiyle şairimiz eski günlerin artık hayal olduğunu bildiriyor. Artık bir diyarda hüzün, ayrılık rüzgârları estiğinde bu kış alameti olarak bilinmektedir. Asya’nın bağrına eylül mevsiminin hazan yağmurları yağmaya başlayınca topraktan acı, ıstırap, ayrılık, hüzün boy vermektedir. Artık anlıyorum ki, senin uğradığın bu gadirlere ben dayanamam.


Işıkta önce sana doğar.
Önce sana doğar karanlıkta.
Bu nasıl şey,
Hep kaldım aralıkta?

Şimdi herkes bi taraf,
Asya’nın yüreğine kurulmuş araf.

Gerçekten daha beter rüya,
Göğsüm çok ağrıyor Asya.

Sen Asya! Öyle bir şeye gebesin ki, her şeyin ilki sende başlıyor. Dünya güne, yeni başlangıçlara seninle başlıyor. İyilikler, güzellikler seninle boy verirken karanlıklara gebe gece senin bağrında boy veriyor. İyiliklerle kötülükler bağrında sarmaş dolaş olmuşken ben arada kaldım. Ne yapacağımı bilemezken ufuklar arasında gelgitler yaşıyorum. Bahara gebe mevsimler yaşarken, kış mevsiminin hazan yüklü yaprakları, sararıp dalında son yaprağını dökmeye yüz tutmuş asırlık çınarlar misali tüm azametiyle dururken bana ikilemler yaşatıyor.

Ben bu sevda uğrunda ne yapacağımı bilemiyorum Asya. Senin bağrına kader mahkûmları gibi insanlar doldurulurken yargısız infazlar yapılmaktadır. Her şey dünyanın gözü önünde gerçekleştirilirken dünya bunlara kayıtsız kalmaktadır. Suçsuz insanlar acılar denizinde boğuşurken, medeniyetin beşiği addedilen Avrupa hala sessizliğini korumaktadır.

Şairimiz şiirine ve duygularına son verme gayreti içindeyken, bütün bu olup biten olumsuzlukların, acıların, gözyaşlarının birer rüyadan ibaret olmasını temenni etmektedir. İnsan gece karanlıklarda gözünü kapatır da, karanlıklardan bihaber umutlar, güzellikler diyarında baharları yaşamak uğruna hayallerinde gezinirken sabahın ilk ışık huzmeleri pencereden sızarak gözlere değince gerçek hayatla yüz yüze gelme anıdır. Fakat şairimizde bilmektedir ki, tüm bu yaşananların birer rüya değil gerçek olduğunu. Ama yaşanan tüm tatlı günlerin anısına son bir umut maksadıyla hareket etmektedir. Son dizesini de Asya ‘ya bir sitemle bitirmektedir.

Şairimizin duygularına tercüman olma bahanesiyle kelimelerimizi satırlara yayarken, biz de gözyaşlarımızla karmaya çalıştığımız sayfalarımızın akabindeki nihai sona yaklaşmış olmaktayız.

Satırlarıma burada son vermeden önce değerli okuyucularıma şairimizin burada neden duygulandığını ve gözyaşlarının kaynağını bir nebze olsun hatırlatacak birkaç eser tavsiyesinde bulunmak istiyorum.
1. Çin İşkencesi – Emine Şenlikoğlu.
2. Dede Korkut Hikâyeleri – Muharrem Ergin.
3. Orhun Abideleri – Muharrem Ergin.
4. Gün Olur Asra Bedel – Cengiz Aytmatov.


Son olarak haykırışları dile getiren Rıfat Ilgaz’ın bir şiiriyle acılara bir son vermek istiyoruz.



ÇOCUKLARINIZ İÇİN

Savaş sonrası sayımlarda
Şu kadar ölü, şu kadar yaralı
Kadın, erkek sayısız kayıp…
Elden ayaktan düşmüş
Geride bir o kadar da sakat,
O kara günleri anımsayalım diye…

Zorumuz ne insan kardeşlerim,
Amacınız kökümüzü kurutmaksa,
Yetmiyor mu tayfunlar, taşkınlar,
Bunca aç, bunca sayrı, kırım, kıyım,
Sayısız işkence kurbanları…
En kötüsü,
Gün günden başımıza inen bu gökyüzü!

Bu toplanıp dağılmalar ne oluyor
Yüksek düzeylerde?
Neden alçakgönüllü değilsiniz,
Sözünüz mü geçmiyor birbirinize,
Hangi dilden konuşuyorsunuz?
Barışsa eğer istediğiniz
Uçaklardan başlayın işe
Önce çirkinleşen savaş uçaklarından…
Ya insanları bir yana bırakıp
Sivrisineklerin kökünü kurutun
Ya da bataklıkları!

Sonra geçin karasineklere!
Ne kadar da çoğaldılar son sıcaklarda
Yer gök tüm karasinek,
Yaşamımızı karartmak için.
Bir güç denemesi yapsanız da,
Onların yaşamını siz karartsanız!
Yoksa siz de mi barıştan yanasınız,
Onların özgürlüğünden yana?

Kolay değil, barıştan yana olmak
Özveri gerek yüksek düzeylerde.
Gene de bir nedeni olmalı, diyorum.
Bu toplanıp toplanıp dağılmaların.
Phantom'ların pazarlanması değilse
Denizaltıların sığınmasıdır
Dost limanlara
Ya sağcı gerillaların barındırılması…

Ah uzak görüşlü yetkililer,
Bıraksanız da büyük sorunları bir yana,
Biraz da ulusunuz için,
Halkınız için konuşsanız…
Çocuklarınız için…
Kökleri kuruyup gitmeden!

Rıfat ILGAZ



ÖMER BATI
24.08.2009 - Gaziantep

( Bir Şiir Tahlili: “göğsüm Çok Ağrıyor Asya” Şiiri – Hayrettin Yazıcı başlıklı yazı Ömer Batı tarafından 24.08.2009 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.