Edebiyat sihirli dünyaların kapılarını aralayan diriltici bir el. Gizli deryalara ulaştıran bir kaptan. Her şeyi bağrına alabilen bağrı yanık bir kalem erbabının yürek sızlatan nağmelerinin baş mimarı. Edebiyatın her bir uzvu birbirine öyle bir bağla bağlıdır ki, birini koparmaya veya ayrı düşünmeye kalktığınızda bir yerlerden kırmızı bir sızının aktığına şahit olacaksınız.

Bu bütünlüğü içerisinde edebiyatımızın her bir dalı birbiriyle girintilidir. Bazen bu bağı bir tiyatro sanatında bir aşığın sevgilisine duygularını şiir şeklinde hitabıyla bulursunuz. Bazen konferans veren bir profesörün veya hatibin bir fıkraya sözüne başladığıyla şahit oluruz. Şimdi bu iç içe girmişliği bir yana bırakıp, her dalı kendisi içinde değerlendirmeye kalkarsak bir yanlışlık yaptığımızın farkına çok sonraları varırız. Unutmayalım ki, edebiyatımız bir bütündür. Bugün edebiyatımızda geldiğimiz noktaya baktığımızda, hiç akla hayale gelmedik konuların kargaşası içinde kavga edip durduğumuza şahit oluyoruz.

Şimdi soruyorum: "Şu kelime Türkçe, bu kelime Türkçe değil deyip Türkçemizi özüne döndürmeye çalıştığımızda ( ! ) ortada çırılçıplak bir dil hazinesinin kaldığına şahit olacağız. Önemli olan bu kelimeler harmanını aynı potada “ANA SÜTÜ GİBİ ARI, TEMİZ” olan ANA DLİMİZDE eritebilmektir. Kelimeler mozaiğini oluşturabilmektir. Yıllarca bu kavganın boşluğu içinde bocalayıp durmuşuz.

Gelelim deneme yazımıza konu olan şiir ile ilgili deneme yazımıza. Burada öncelikle şunu belirteyim ki, yazım Mustafa Kuvancı Beyin yazısına eleştiri mahiyeti taşımamakta; aksine eksik kalmış taraflarına bir cevap mahiyetindedir. Zaten kendileri de yazılarının başında “Anlaşılacağı gibi bu denemede yer alan görüşler sadece bana aittir. Kimseyi, hiçbir şiiri ve şairi hedef almadan kendi şiir anlayışımı yazıyorum. Montaigne’in dediği gibi: Sadece kendim ve yakınlarım için.” ifadesini kullanmıştır.

Şiir, Platon’un dediği gibi "büyülü söz" lerden oluşan kelimeler mozaiğidir. Şiir çağlar boyunca insanın her alanında kendisini göstermiştir. Çağlar boyunca türküler şiirsel metinler olarak sözlü yazın örnekleri olarak yaşamışlardır. Tarlada, harman yerinde, ıssız gecelerde yol alırken, sevgiliye yapılan bir serenatta, sevilen bir şahsın ölümü karşısında duyulan üzüntü karşısında kısacası hayatın her sahasında türkü söyleyen insanlar bireysel ya da grupsal gereksinimlerinden dolayı farklı türlerde şiir geliştirmişlerdir. Bu gereksinim sonucu duygulanmaların faklı boyutuna bağlı olarak ortaya lirik, epik, dramatik, pastoral, didaktik ve satirik diye adlandırılan şiir türleri çıkmıştır.

Şiirimiz bir bütün olarak ele alındığında tabi ki, tarihin seyri içerisinde bünyesine değişik tarz ve şekillere bürünmüştür ve bu da kaçınılmazdır. Önemli olan kendi ruh iklimimizi yansıtan, duygu coşumlarımızı ortaya seren kelimeler yumağını ortaya koyalım. Bakan baktığı şiirde kendinden bir şeylerin olduğuna şahit olabilsin. Gelin ilk şiir örneklerimizden yola çıkarak bunu ele almaya çalışalım.

İlk şiir örneklerimizi verdiğimiz ve çağlara meydan okurcasına direnerek duygularımıza tercüman olmuş bazen Leyla, Aslı, Şirin, Zin, Züleyha bazen de Mecnun, Kerem, Ferhat, Mim, Yusuf dilinde coşumları ortaya koyan divan edebiyatımızın kalıbı olan ve nice şaheserleri ortaya çıkaran aruz kalıbımızı edebiyatımızın neresine koyalım. Fuzuli’nin, Baki’nin, Nefi’nin, Şeyh Galib’in, Ali Şir Nevai’nin şaheserlerini ne yapalım? Bir kalemde çizelim mi? Veya bu eserler bizim edebiyatımıza ait kelimeleri yansıtmıyor diye kitaplarımızdan mı kaldıralım? Buyurun bu eser benim duygularımı yansıtmıyor diyebilecek misiniz?

Beni candan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı
Felekler yandı âhımdan murâdım şem'i yanmaz mı

Kamu bîmârına cânân deva-yı derd eder ihsan
Niçün kılmaz bana derman beni bîmar sanmaz mı

Gûl-i ruhsârına karşu gözümden kanlu akar su
Habîbim fasl-ı güldür bu akar sular bulanmaz mı

Değildim ben sana mâil sen ettin aklımı zâil
Beni tan eyleyen gafîl seni görgeç utanmaz mı

Fuzûlî rind-i şeydâdır hemîşe halka rüsvâdır
Sorun kim bu ne sevdâdır bu sevdâdan usanmaz mı

FUZULİ.


Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlara su
Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çâre su

Suya virsün bâğ-bân gül-zârı zahmet çekmesün
Bir gül açılmaz yüzün tek virse min gül-zâra su

Ravza-i kûyuna her dem durmayup eyler güzâr
Âşık olmış galibâ ol serv-i hoş-reftâra su

Hayret ilen barmağın dişler kim itse istimâ
Barmağından virdügin şiddet günü Ensâr’a su

Umduğum oldur ki rûz-ı haşr mahrûm olmayam
Çeşm-i vaslun vire men teşne-i dîdâra su

FUZULİ.




Şimdi gelelim halk ozanlarımızı at sırtında veya bir kervan ardında diyar diyar dolaştırarak onlara en içli nağmeleri söylettiren, halk edebiyatımızın nadide eserlerini ortaya çıkaran hece veznimizi edebiyatımızın neresine koyalım?
“Heceyi bile “köylü vezni” görüp küçümseyen, beğenmeyen Haşim; zahmetsiz, düzensiz, kafiyesiz şiirin mükemmelliğini görüp şairliğinden utanırdı.” Sözü karşısında yıllarca ama (görmeyen) gözüne rağmen etrafındaki şiir aşıklarından Ahmet Haşim’in Merdiven şiirini dinleyerek büyüyen Aşık Veysel, bu sözlere ne derdi? Aşık Veysel’in en içli saz nağmelerini ortaya koyan ve Montaigne’nin denemelerini yıllar sonra okuyan bir kalem erbabının dediği gibi “Benim sözlerimi çalmış.” demesi karşısındaki hayranlığını duyan bir şiir aşığı şahsiyet şu satırlar karşısındaki ruh haline ne diyecektir?

KARA TOPRAK
Dost dost diye nicesine sarıldım
Benim sadık yarim kara topraktır.
beyhude dolandım, boşa yoruldum
Benim sadık yarim kara topraktır.

Nice güzellere bağlandım kaldım
Ne bir vefa gördüm ne fayda buldum
Her türlü istediğim topraktan aldım
Benim sadık yarim kara topraktır

Bütün kusurumu toprak gizliyor
Melhem çalıp yaralarım düzlüyor
Kolun açmış yollarımı gözlüyor
Benim sadık yarim kara topraktır.

Her kim ki olursa bu sırra mazhar
Dünyaya bırakır ölmez bir eser
Gün gelir Veysel'i bağrına basar
Benim sadık yarim kara topraktır.

ÂŞIK VEYSEL



Değişen zaman karşısında kendisini yenileme ihtiyacı duyan bir grup edebiyat aşığı şahsiyet tarafından edebiyatımızda adlarından “Garipçiler veya Yeniciler” diye söylettiren bu gençlerin oluşturduğu şiirleri nereye atalım? Şiirlerinde hiçbir kalıba, sanata, kafiyeye ve kısacası düzene bağlı kalmayarak içten gelen seslenişlerle şiirlerini yazmaya çalışan edebiyatımızda yazım akımı açıp kapatan bu şairlerimizi hangi dünya edebiyatına bağışlayalım.

Monteigne’nin dediği gibi sadece kendisi için yazan bu şahsiyetler nereye gitmeli? Duygularını hiçbir kalıba bağlı olmaksızın yazan bu şairler ne yapsın? Şimdi hallerinden ve açtıkları bu yeni şiir akımı yolundan utansınlar mı? “Biz hata yaptık?” serzenişini mi duymak istiyoruz bugünkü şiir üstadı kalem erbapları olarak?

Peki günümüz şairlerinin tutunduğu bir dal olarak serbest vezni esas alarak şiirler yazan şairlerimiz yanlış bir yolda mı ilerliyorlar demeliyiz? Kendi duygulanmalarını kalem aracılığıyla satırlarda aksettiremeyecekler mi? Herhalde Orhan Veli ve arkadaşları bugünkü bu serzenişleri duysalardı şu satırlarla cevap verecek olurlardı.

ANLATAMIYORUM
Ağlasam sesimi duyar mısınız,
Mısralarımda;
Dokunabilir misiniz,
Gözyaşlarıma, ellerinizle?
Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,
Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden önce.
Bir yer var, biliyorum;
Her şeyi söylemek mümkün;
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;
Anlatamıyorum.

Orhan VELİ


Uzaksın…

Adın gökte bir yıldız
Uzaksın duygularıma
Uzaksın kalp atışlarımı duymaya

İnleyen bir beste dillerim
Seni okurum her anımda
Ayazlar şahittir yalvarışlarıma
Rüzgârlar eşlik eder feryadıma
Çiçekler seni sorar inadına
Seninle yanan bir ateşböceğiyim
Kim yaktı karanlığı uyan sevdiğim

Adın dilde bir nefes
Uzaksın duygularıma
Uzaksın nasıl haykırdığımı duymaya

Islak bir gözyaşıdır bütün gitmeler
Kül renkli bir geceye armağan
Baharlar ekerim yokluğunda alnıma
Yıkılırım her imgenin ucuna
Susar bütün heceler
Ölüme atlayan şaşkın kelebeğim
Fırtınaya tutuldum her an sevdiğim

Adın telde bir beste
Uzaksın duygularıma
Uzaksın nasıl inlediğimi duymaya


Adın canda bir can
Uzaksın duygularıma
Uzaksın nasıl yaşadığımı duymaya

Zekeriya Efiloğlu


Satırlara son vermeden önce gelin biz edebiyatımızı bütünlüğü içinde kabul edelim. Bizi biz yapan ve her yaralı yüreğin duygulanmalarının satırlarda kanat çırpınışları şeklindeki kelimelere dokunmayalım.

Gelin biz, İslamiyet’in kabulüyle birlikte yıllarca bizim duygularımıza tercüman olmuş ve atalarımızın nağmeleriyle büyüdüğü üç ya da beş dörtlüğü geçmeyen “koşuk” ve “sagu” ile sınırlı şiirimize en az otuz üç beyitten oluşan “kaside” ve beyit sayısına sınır getirilmeyen “mesnevi” lerimize dokunmayalım.


Gelin biz, artık uğraş isteyen ve zaman alan bir tür haline gelen hece vezniyle yazdığımız ve belli kalıpların aranır olduğu hece şiirimize dokunmayalım.


Gelin biz, doğu kültürünün etkisinden sıyrılarak yeni bir kültürel etkilenmenin adı olan ve zincirlerimizi kırıp öz benliğimize döndüğümüzü söylediğimiz sade, sanatsız, kısa şiir geleneğimize dokunmayalım.

Son demde Yunus gibi haykırmak gerektir zannımca:
Gelin tanış olalım
İşi kolay kılalım
Sevelim sevilelim
Dünyaya kimse kalmaz



ÖMER BATI
31.08.2009



NOT: Mustafa Kuvancı Beyin “ŞİİR ÜZERİNE” adlı yazısına cevaben yazılmıştır.



( Bizim Edebiyatımızda Şiirimiz başlıklı yazı Ömer Batı tarafından 31.08.2009 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.