Haşmet mah, diye
seslendi vakur bir yadsımazlıkla ve paye verdi ahvaline hükümranlığında kırık
tümcelerin ve derken soluklandı soluk düşlerin efendisi.
Esefle kınadı kimi
oysaki çoğunun umurunda bile değildi.
Kırıldı ortasından tam
ikiye: cenap sorular bulandı kana ve yargılandı masumiyet.
Tekelindeydi kötülük
kiminin hele ki vurdumduymaz seyrinde âlemin, kınındaki kılıcı çekti şövalye ve
yüzü suyu hürmetine rahmet bildiği engebelerin doldurdu haznesini yüksünmeden
yine de tahakkuk etti gölgeler onca kırılgan nameleri görmezden gelip.
Anlıktı oysa aşk,
anlıktı öfke ama sonsuzdu ölüm doğmayacağını bildiği yeni günü çok geride
bırakırken kekremsi bir tat kaldı damağında şehvetin. Anlamını yitirmiş
sözcükler ermeden kerevetine rahvan ve yorgun zaman biledi en derinden ve
keskin bir nakaratla savurdu öfkesini bilinmezlik esir almışken son bir hutbe
okudu melekler hele ki doğurgan ve buyurgan insanoğlu çekmişken resti yenilendi
tabiat ansız bir tedirginlikle devinip de deviremediği metaneti sırra kadem
bastı.
Hoştu nüans, kırılgandı
Tanrı, yüzsüzdü insanoğlu ve ölü doğdu çocuklar insan olmanın yolu yordamı
vardı da onlar mı çözememişti?
Yine de son bir şans
tanındı ne de olsa istikbal yürekte saklıydı ama payidar cümleler koyamadı
noktayı, soramadı neden diye her nasılsa o hülasa yadsımazlıkta saklıydı gizem
bir bilinmeze son verirken bilindik bir cümle ile asıldı darağacına eylemsiz
özneler.
Aykırı ülkelerden geldi
saçmaların saçmaladığı ve yaraladığı masum yürekler.
Çatık kaşları ile
selama durdu melek, yaratılarının coşkusuna kapılan yüzü olmayan ve her nasılsa
hiçlikle yoğrulmayı mazeret beyan eden yüzsüz ve işveli o düşkün kadınlar.
Sarpa saran hayatlar
kıyama durdu ki serkeş bir coğrafyanın en batık ve üzünç yüklü hikâyesiydi;
adsız imgeler kadar seğirtken, soysuz düşman kadar münafık ve her imlecin
kıskacında nöbete duran o ruhani coşkunun sebeplendiği utanç zerrecikleri.
Öylesine bir günde
öykündüm ve safça düştü aşka kara melek.
Gıybeti bol bir akşamın
en hüzünlü sağdıcıydım ve kulesi yıkık bir yüreğin tek algısıydı aşk. Aşk, aşk
olalı asla darbelere maruz kalmadı, desem yalan olur. Darbelerden darbe beğenen
en batıl itikadıydı aşka maruz bir hükümden cezaya çarptırılmak kadar tehlikeli
ve bir o kadar bariz.
İmleçlerin tezahüratına
mademki yenik düşmüştü/m ve mademki esefle kınanmıştı/m, yalnızlık tekelimdeydi
yine de kırık bir tekeri marifet bilmiş, hükümranlığında hüznün, dirayeti
sınanmış.
Gölgeli ve münafık
edimlerle yol almaksa payıma düşen ve mademki bilfiil maruz kalacaktım
gölgelere, hangi beyanatımı hak görecekti Tanrı?
Bir daldan diğerine
konmaksa asli görevim, kırık bir miladı mı dal bilecektim de yeni baştan
başlayacaktım, hayatın üretkenliğinde en doğurgan yoksunluk iken sırtıma binen…
Külliyen yalan bir
sevdadan arda kalan ve en büyük hezeyanı yaşamama sebebiyet veren: Kimileyin,
demek kadar aciz bir yüksünlük kadar da kıymete binen.
Sırça köşkün çatısı
uçmuştu nicedir, sırık gölgeleri korkuluk bellemiş tarla bekçileri, nadir bir
varlığın haznesinde çoğaldım belki de eksildim.
Öksüz darbelerden arda
kalan hırpani bir teselli belli ki muvaffak olmaktansa hezimet yüklü iklimlerde
tevafukun dokunuşunda, en izbede saklı tuttuğum dipsiz sarnıcın yeknesak ve
kaygan o ucube sanrı yüklü bilinmezliğine düşmüşken yolum yine başımı her
arkaya savuruşumda, tehdit yüklü bir imin seferberlik çağrısını duymazdan
gelmek kadar nifak sokan nefret tohumlarını ayaklarımın altında canhıraş hayata
tutunma telaşını görmezden gelmem.
En kolayını seçmek mi
zor addedilen?
Sevgiye tenezzül
etmeyip nefretin sancağında dalgalanan hicap yüklü haykırışlar…
Davlumbazı ölüm
çığlıklarının buharına yenik düşen.
Kara meleğin istilası
belli ki yorgun ruhların telaffuz ettiği o tekil cümle:
‘’Ya sev ya terk et!’’
Terk-i diyar etmenin de
ötesinde benliğimin yorgun düştüğü bitimsiz bir muhabere.
Sevgi katsayısını
inanılmaz bir korelâsyona denk düşüren nifak tohumlarından haz eden ne çok
ibare:
Sonsuzun imgesinde,
yalının gölgesinde ve görünmezi teğet geçen bakir bir sancı ki kıyama duran
sefil yorgunluğum kadar da töhmet altında kalmayı bertaraf edemez bir sancıya
denk düşüp yine aşkın pervazında nöbete durmak koca bir ömür…
Tezahürü belli ki
ıssızlığa kurban verdiğim sefil tümcelerimin.
Yansıyan bir zehri
teneffüs etmektense soluduğum o uzun hutbede yine devindiğim ömrün mabet
bildiğim bucağında sevgi yüklü bir buluta uzanmışken sere serpe.
Densiz bir kıyımda pek
de rağbet etmediğim bir söylencede adımı haykıran bir rüzgâra denk düştüm
madem.
Ve mademki yanılgı
yüklü bir ömrü hibe ettim kaderin bayrağını sallandırdığı sancakta.
Olası şıkları da
görmezden gelmenin verdiği o rehavet kadar da kaygıları bertaraf edemezken…
Kerrat cetvelini unuttum
unutalı, salkım saçak rakamlara paye vermeyi de tehir ettim ne de olsa evdeki
hesap gönlün planlarına pek de rağbet etmemekte.
Manifestosu mu yoksa
yenilgi bildirgemin sağ alt köşesine attığım parafın en soluk imi iken adımın
baş harfi?
Gülmelerden ibaret
hıçkırıkların silsilesinde devraldığım bir nöbet ki kulaç açtığımdan ibaret
olmasa da, sarkaç gidip gelirken sığ ve engin kıyılara rehin verdiğim aşkı ve
umudu bertaraf etmenin de ötesinde görmezden gelen oncası.
Gönüllü doğmasam da
gönüllü bildiğim o rütbem es kaza bir gölgenin tezahüratı kadar da sıdkı
sıyrılmış.
Gömdüklerimden ziyade
geride kalanların ölüme teğet geçen varlıkları kadar korumakla mükellef
olduğum.
Öngörüsüne sığdırdığım
zaman ve mekân özürlü düşlerimin kayıp kıtalarında sergüzeşt ve gönüllü o
gömülü yalnızlığımın perde arkasına yığdığım bir gölgenin uzantısı belki de
serkeş tınısı yüreğin, çalakalem yaşadığım şu münafık dünyanın hangi yakası ise
kaybolduğum; o rahvan yürek kadar tecellisi zifiri karanlık metruk bir ağacın
köküne sarıp sarmalandığım hatta kaybolduğum sarmalında…
Varsıl tüm hidayeti
yine kaptırdım düş öncesi tınısı iken en detone o bağnaz melodi, çığırtkan bir
çalgıcının nefesinde can bulan.
Hiçbir tınıya tekabül
etmeyen devingen bir melodinin sıra dışı çalınmışlığında, çalıntı bir makamın o
serkeş yoksunluğu iken mağlup olduğum.
Ansız
tüketilmişliklerin çeperindeki çapak yüklü bağnaz kurgular tecelli ettikçe,
sakındığım bir düş yarası şu yerli yersiz serzenişime mihrap olmuş iken
kavuşamadığım kapısı gök kubbenin: Kâh geçirgen bir yalıtılmışlıkta vuku bulan
kâh kopuk bir kaygı tezahür ettikçe, kayıp imgeler bir ışıldakmışçasına muaf
tutulduğum o revnak gölgeler: Alabildiğine kayıtsız ve muğlâk bir yaratının
gölgelenmiş imgelemine yüklediğim anlamsızlıkta saklı tuttuğum ne çok can
kırığı…
Sırıtık mizacı evrenin
hele ki boyutsuzluğuna rest çeken münafık bir düşün ötelenmiş ve örselenmiş
beyanatına tabi tuttuğum ne çok tutarsız tümce: Belki bir milat belki nihai
dokunuşu Yaratıcının ve her edimimde saklı tuttuğum düş baz ve muhalif
hayallerim; seğirttiğim tüm olası gölgelere şart koşmuşken varlıksız
yoksunluğum kadar hicap yüklü belki de bir dış mihrak kadar yalıtılmışlığımın
tezahürüne yansıyan bir ışık huzmesi.
An’ı revnak, dünü kayıp
ve anlamsızlık yüklü türlü anlam yoksunu yetilerim çaldıkça benden ve
çalındıkça ölü düşler. Ergen belki de çocuk yanım yine de büyümenin dayanılmaz
ağırlığı. Rücu etmek aslına üstelik vakur bir dokunuş ile yüklendiğim,
soyutlandığım gök kubbenin varamadığım pervazında, nöbete durmuşken önce aşka
sonra ölüme.
Ölümsüzlüğün sarkacında
kayıp giden yine ölüme koşullanmış bir evrenin tuş olmuş hangi yengisi ise ardı
ardına diktiğim umut zerrecikleri, boyları devingen ruhuma teğet geçercesine
sorgulanmaktan geri duramayıp sorguladığım ölümün pervasızlığı kadar söz
geçmezken kadere.
Gölge yetiler tüm
duyarsızlığın hicap yüklü koşullanmışlığında ve yeniden adımlamak kadar
tahakkümperver dokunuşuna evrenin bir bakıma ihsanı insanın varlığını teminat
altına almışken.