Uzun zaman geçti üzerinden çok uzun
bir zaman hem de.
Gerçi sıradan bir tutarsızlıkla ahkâm
kesilebilmekte hem de dem vurulurken o gel-gitlerden muzdarip olunası bir ruh
hali ile iştigal etmek olsa da tek derdim.
Yeni öğrendim oysa bir günahkâr
olduğumu. Ki günahımın boyutu ve işlevselliği yüzüme vurulurken peyder pey
kopup gitmek nasıl da olası hem süreçten hem mekândan.
Sürecin izafi yansıması ise farklı
uzantıları ile mütemadiyen çalmakta benden pek çok şeyi üstelik ve asılıp
kalıyorum darağacına istemsiz ve isteksiz.
Sevmek, kırılgan bir zarafetle
durmakta başköşemde çalıntı rollerle köşe kapmaca oynarken sefil duygularım…
Aşk’tan bahsetmekte yeşil saçlı kız. Dudağındaki
piercing ve elini tutan, her yerinden zincirler sarkan sevgilisi yüzünde
gölgeler oynaşırken bir dikişte bitirdi elindeki içeceği.
Havasından suyundan mı ne bugün
herkes pek bir berduş. Ya efkarlılar ya âşık ya da hava çarpmış belli ki. Bir teki
bile tekabül etmese de duyumsadıklarıma ben de oldukça farklıyım son zamanlarda.
Çakılı kalmamak adına boyuta ve
durağanlığına sürecin sıklaştırıyorum adımlarımı gayri ihtiyari. Acelem varmışcasına hızlanmak keyif verici. Gerçi bu saatten sonra kaçıracağım fazla bir şey
kalmadı ama…
Şaşırma kabiliyetimi yitirmemiş olmam
bile şaşırtıcı. Öyle ya, henüz keşfetmediğim ne çok dünya var. Korkum belki de
zamanın daralması her geçen dakika üstelik çalarken ömrümden.
İstanbul’un kalabalık bir semtinde
yine trafiğin yoğun olduğu bir saate denk gelmişim.
Yeni bindiğim dolmuş kaplumbağa
hızında ilerlemiyor bile.’’Keşke binmeseydim, ne işim var bu keşmekeşte’’
demeye kalmadan atıyorum kendimi dolmuştan dışarı ani bir kararla.
‘’Arabayla bir saatte gideceğim yere
yürüyerek yarım saatte varırım’’ diye kestirmeden yaptığım hesap pek bir hoşuma
gitmiş olmalı ki gözüme iliştirdiğim bir kafede soluklanıyorum. Oldukça
kalabalık doğrusu. Ne Bgelen var ne giden… Belli ki onlar da trafiğe takılmış
olmalı. Beş, on dakika derken yarım saat geçiyor. Yok, yok var bende bir terslik
bugün. ‘’Bu kadar beklediğin yeter’’ demesiyle iç sesimin kendime geliyorum
aniden.
Hani baş başa kalacaktım kendimle…
İyisi mi koşar adımlarla terk etmek mekânı.
Tam bir şehir bezginiyim. Kalabalığın
teferruatı bir yana o gürültü kirliliği çalıp götürüyor ömürden.
Nereden aklıma geldiyse Charles
Baudelaire’nin çok sevdiğim bir sözü düşüyor zihnimin derinliklerinden:
‘’Bütün meslekler insan ruhunu
kemirir durur. Bir tanesi hariç: Şairlik…’’
Çalıştığım mekânlar geçiyor gözümün
önünden bir bir, değiştirdiğim işlerin yanı sıra o meslekler: Külfeti ağır
gelen ne varsa ve içimde depreşen…
Başarısız girişimlerimin batık
yatırımcısıyım ne de olsa. Allah’tan sermayeyi kediye yüklemedim de…Ya şimdi…Tutar
yanım olsa keşke!
Altı üstü Harikalar Diyarında
gezintiye çıkmış milenyumun çakma Alice’yim. Gülümsüyorum belli belirsiz
ardından alçak sesle bir kahkaha patlatıyorum. Yanımdan geçen adam tuhaf bir
şekilde bakıyor yüzüme. Üzerine alınmış olmalı. Hemen ciddileşip rotamı tayin
ediyorum.
Ruhumu kemiren tahtakurdu yine iş
başında. Hırsım, kariyer odaklı planlarım ve para pul telaşım daha dün gibi
aklımda oysa.Değişen ne çok şey var tek sabit kalan ‘’kelaynak ruhum.’’
İstem dışı gülümsüyorum yeniden ama
tek farkla: Acı acı…
Aklımdan uzun bir mısraya tekabül
eden kelimeler hoş bir esinti ile sıkıştırıyor beni köşe başına ılık bir bahar
akşamında. Yanımda kâğıt kalem de yok ki. ‘’İlhamla beslenen havadan nem kapan
her kim ise hadi uzatın elinizi’’ dememek için zor tutuyorum kendimi. Ne çok
şey demek geliyor içimden. Dün olduğu gibi ve yarın da olacağı gibi. Ne çok şey
var ne çok şey içimde saklı kalan.
Hala kalamadım kendimle baş başa her
ne kadar görüntü ‘’Bayan Issızı’’ çağrıştırsa da. Gerçi memnunum halimden ama
gel de anlat bu melankoliyi oysa mutluyum kendi içimde. Nefes aldığım için
mutluyum ama bir o kadar kaygılı: ‘’Ya yarına erişemezsem…’’
Ve mutluyum düşündüğüm için ama bir o
kadar tedirgin:’’Ya gün gelir Alzheimer olursam…’’
Mutluyum sevdiğim için ama ödlek…
Sevdiğimi söyleyemediğin o kadar çok insan var ki.
Ah, ben… Elalemin nabzına göre şerbet
vermek ya da kula kulluk etmek… Bunları beceremediğim için bir o kadar da
kızgınım kendime.
Süslü püslü ne giyinmeyi becerdim ne
de kelimeleri giydirmeyi.
Asil olmalı duruşun. Muktedir olmalı
o asalete. Biraz durağan biraz telaşlı belki de ama kendisi olmalı insan.
Kendim olmalıyım taviz vermeden, taciz edilmeden ve dirayetli, zarif, duyarlı…
Belki de ağız dolusu küfürle
bağırmaktır içinden gelen:’’İşte burada dur’’deyip soluklanıyorum. O da ne!
Ters istikamette yürümüşüm. Belli ki kendimi ararken yine kaybolmuşum. Yarı
mahcup yarı mağdur ve istifimi bozmadan çevremde yarım daire çizip aynı yolu
tekrar adımlıyorum ters istikamette.
Yaşlı bir teyze yanaşıyor ve otobüs
durağını soruyor bana. Elimden geldiğince tarif ediyorum. Büyük ihtimalle o da
kaybolacak benim gibi. Dayanamıyorum ve bağırıyorum ardından: ‘’Siz iyisi mi
bir başkasına daha sorun. Ben buraların yabancısıyım.’’
Bu sefer utanıyorum kendimden. Her ne
hikmetse evin içinde bile kaybolan bir seyyahım ben. Yine gülümsüyorum.
Yanımdan geçen bir grup öğrenci ile
göz göze geliyorum ve selamlaşıyorum tanımadığım insanlarla.’’ Kısa günün karı’’
deyip mutlanıyorum alabildiğine. Basit bir edim altı üstü ve mırıldanıyorum
belli belirsiz:
‘’İşte şimdi baş başa kaldım içsel
hazinemle görüntü aldatsa bile…’’