Mucizevî bir
yadsımazlık huşu yaratırken derinlerde, gizemli ve kekremsi ve izafi bir ruhdaş
eşliğinde hükümsüzce yol yarılanmakta. Tüm çeyrekler bir bütüne tekabül etti.
Yoz ve sancılı mahlûkatın dipsiz bir evrimi yolun kesiştiği.
Aranan aslında bir içim
su kadar avuçlarımızda, içimizde, yüreğimizde gizli her ne kadar vakıf olma
yetisi yitip gitmiş olsa da nazarında çoğunun.
Ne bir yanılsama ne de
izafi ve vebali ağır bir kanıksama.
Aşkın boyutu nasıl
nasıl engin ummanlarda yüzerken. Sersefil gözüken değil olan sadece eş güdümlü
bir mecrada ulaşılmış bir mefhum bitimsiz ve seyri ömre bedel.
Şems’den çıkmak yola ve
diyar diyar gezmek gönül dergâhlarında. Ne ilk ne son ne tek ne çoğaltı… Sadece
sür git bir desturun ruhtaki eşkâli gözlerden kaçan ve anlama yetisinin noksan
kaldığı.
Hükümler nasıl sancılı,
mefhumlar nasıl irdelenmeye mahkûm. Olsun. Aşka mahkûm ve meftun olduktan sonra
hangisi önem arz edebilir ki…
Sancılı bir aşk
izdüşümü arayış olan hüzne de düşse o bitimsiz yol.
Kıdemli ve bağnaz bir
yanılsama katmerli bir devinimin paralelinde seyreden.
Vakti zamanında
yüzyıllar öncesine yolu kesişmiş iki gönül dostu. Nazenin iki yürek aynı dilde
konuşan ve ortak bir ritim ile nükseden. Sessizliğin ses olduğu iki kişilik
yalnızlığın çoğaltısında günümüze kadar uzanan.
Egoların savaşı
aralıksız sürerken ve hak bulurken düzenek mahkûmları nefisin imtihanı İlahi
Gücün kayıtsız kalmadığı. Hükmeden, var eden ve can veren.
Kim bilir seçtiğimiz
yol hangi minvalde?
Kim bilir kimler neyin
telaşını tetiklemiş de gönül gözleri çoktan kör olmuş.
Başıbozuk bir düzenin
ücretli münafıkları. Ve anlaşılmazlığın çeperinde başıbozuk bir derviş, ana ve mahlûkata
rest çekmiş.
Sonbaharın yaş dolu
bulutları koyultmakta iken evreni sırlı gün ve gecelere mecbur kılınmışız.
Zafiyeti bitimsiz ve mecali çoktan tükenmiş addedilen o girizgâh.
Hayata müdahale ya da
hayra yormayan bir o kadar destursuz bir yanılsama o meşum varlığın gizemi
sürerken.
Peyder pey bürünülen
onca naz. İzahatı öylesine olası ki yeter ki anlama zafiyeti çekmesin eşref-i mahlûkat.
Elif Şafak’ın
kaleminden okuduğum şu satırlar belki de en güzel izahatı gönülden dile düşen:
‘’Konuşmayı unuturum.
Kelimeler silinir zihnimden. Sonra göç eden kuşlar gibi bir anda geri dönerler.
Bunların hiçbiri korkutmaz beni. Ne var ki insanlara tuhaf geldiğimi bilirim.
Zamanla öğrendim ki, vecd hallerinden başkalarına pek bahsetmemeli. İnsanoğlu
nedense anlayamadığım kötülemeye meyilli. Kaç kez bizzat tecrübe ettim bu
şaşmaz kaideyi.’’
Allah aşığı, hakikat
ehli Şems-i Tebriz’in mana ehli varlığı bir o kadar aşikâr. Zikrettiği gibi:
‘’Bir gül kadar güzel
ol; ama dikeni kadar zalim olma. Birine öyle bir söz söyle ki, ya yaşat ya
öldür ama asla yaralı bırakma.’’
Edebin ve güzelliğin
derya olduğu nice söylem feyiz alınası ve yüreğe işleyen.
Vebali boynuna eşref-i mahlûkatın.
Yine de süreklilik arz eden ve müphem bir ivme bazen ters işleyen. Sınırlı
kelimelerle doyumun verdiği o lezzet acıdan neşeyi doğduran.
Güneş kadar asil ve
sıcak ama olabildiğince yüreği ısıtan. Yeri geldi mi ketum bir sırdaş gönle
gereken. Buzdağının o görünmeyen kütlesi güneşin eritmeye mecalinin yetmediği.
Ve kuşkulu, sitem arz eden korunaklı dünyayı işgal etme gayesiyle çırpınan.
Ayarı düzeneğin her ne
kadar kaymış olsa da kayıp gitme dürtüsü iştigal etmiş kaygan zemin her an
tehdit ederken.
Dilin orucu makbul olan
ve gönül ehli bir ömre nail olmak. Çelişkilerden uzak ve kalbe yakın…