Durgun sular gibiyim
uzun zamandır ya da göğün derinliklerinde ücralara sıkışıp kalmış varla yok
arası bulutlar gibi.
Eş güdümlü yalnızlık
beni köşeye sıkıştırmışken...
Aydınlık ve karanlık
arasında gidip geliyorum kendimce kurgulu bir araba gibi. Ola ki toslayım
duvara anında alaborayım. Duvara toslasam iyi ben sadece aynaya tosladım ve tuz
buz oldu her şey.
Aslında her şey
göründüğünden çok basit. Yüklenen anlam ve duyumsanan çekimserlik, işleri
zorlaştırma. Yeter ki hayatla aramıza duvar örmemeli. Belki de tekil bir ifade
ile irdelemeliyim durumu.
Kararsız ve hükmünde
olduğumuz ne varsa. Ve belki de hükmetmek adına en çok da hayatı daha az
yaşanır kılmak. Eşit derecede bir o kadar kolay addetmek.
En azından
gözlemlediklerim doğrultusunda. Basit gibi görünen bir detay nasıl da önem arz
edebilmekte. Gerek yaşanmışlıklar gerek olması muhtemel nasıl bir gidişata
maruz kalıyorsak.
İstirahatta bir ruh
belki de özümsenen. Olası tehlikelere karşı gardını en yüksek seviyede tutmak
belki de yanlış olsa bile. Neyse önem arz eden ve ne kadar yüksek duvarlar
örsek de hayat ile aramıza.
Zor olan ne… Aslında
her şey. Belki konuşmak da yararsız ya anlaşılmak adına kafa yormak anlam
ihtiva ettiğini sandıklarımıza.
Dünya aslında çok küçük
ve biziz düşen gözden. Yerlerde sürünmemek adına hayata fazlasıyla anlam
yükleyen ve yeri geldi mi anlamsız kılan. Bu yüzden süreç hızla ilerliyor biz
yerimizde sayarken.
Hiç gelmeyecekmiş gibi
malum son, son hızla ıskalıyoruz zamanı. Ölüm bekçisi bir yandan sürdürüyor
hazırlıklarını bir yandan da eğleniyor biz fani kullarla. Kısaca; zaman, ölüm
ve insan denen bermuda şeytan üçgeni.
Onca hayal kırıklığı
istiflenmiş.
Gizemin büyüsü ile
yoğrulmak bir o kadar ve paralel seyreden duygular karmakarışık. Sevgi
katsayısı ise çoktan sıfırlanmış. Yitip giden onca kifayetsizlik sonunda kimler
çıkmadı ki kerevetine.
Şarkılardaki gibi dilek
tutmak göze en kolay gözüken ve boş vermek adına umarsız davranmak.
Murat dediğin ne ola ki…
Şarkılardaki gibi dilekler mi tutmalı. Dilek dilerken neye niyet etsem ki.
Niyet ederken ya ayna kırılırsa. Diyelim ki siyah bir kedi geçti önümden…
Ya da merdivenin tam da
altından geçtiysem görüp görmeden…
Zirve yapmış onca
saçmalık, saçma hayatlar gibi…
Umurunda olmak
birilerinin… Ne komik oysa bunca umarsızlığa bağlanıp kalmak. Bir eşya kadar
anlam yüklü değilken kimliğim kanıksansa ne olacak yadırgansa… Öykünecek kimse
yok iken etrafımda demek ki tek belirsiz nesne ben değilim.
Yoksunluğun tanımını
artık o kadar güzel irdeleyebiliyorum ki. Yokluklara hayıflanmak mı ölçütlerle
dengeyi tutturmak mı.
Ya denge tabiri ne ile
iştigal ediyor olabilir. Olsa olsa bir kefesi güzellik yüklü iken çirkinliklere
meyilli bir bilinmezlik kendini bilindik sanan.
Kayıp duyguları çoktan
rehine bırakmıştım zaten. Ne zaman ki teslim almaya gittim kapı duvar mekân
boyut değiştirmişken zaman ve insan.
Kayıp olan sadece
benliğim değil ki. Kim varsa bencil zaten sırra kadem basmış Yaratan’ın
nezdinde.
Açılım sınırsız,
verilen hükümler acımasız. Ne de olsa yaşanmaz sancısız…
İşte toplu yekûn ne
varsa.
Çoktan çizmiştim
sınırları oysa. Tebeşirle çizmiş olmalıyım ki tüm sınırlar ihlal edildi.
Mecburen çekildim siperime üstelik bir daha çıkmamak üzere. Ne vardı düşman
hattına girecek. Ne vardı ellerinde rehin tutulacak. Çok şeyi rehine verdim
almamak üzere.
Sınırları ihlal edilmiş
bir dünya.
Mefhumlar kayboldu. Biz
kaybolduk. İnsanlık kayboldu. Ben kaybolmuşum, çok mu…