Evet, evet, evet… Korkuyorum
korkularımdan, korkuyorum korkularından insanların.
Ulaşamamaktan
korkuyorum ne varsa ulaşılması mümkün hatta olmasa bile.
Benliğimi öylesine
sevip, duyumsuyorum ki. Beni kaybetmekten belki de korkuyorum: Hani, bendeki
ben, hiç kimsenin olmadığı ve hiç kimse olmak istemediğim.
Ve yürüyorum üzerine
korkularımın; yürümeliyim de. Ne demişler; korkularının üzerine git.
Yoksa kaybetmekten mi
korkuyorum korkularımı. Öyle ya, ya kaybedersem bu duyguyu, o zaman mümkün mü
bu denli adrenalin yüklü olmak. Aslında, zoru seviyorum: Zor bir hayat, zor bir
ben, zor dönemeçler hatta çıkmaz sokaklar. Uğraşmayı seviyorum belki de ya da
problem çözmeyi mi desem hep gurur duymuşumdur analitik zekâmla her ne kadar
hassasiyetimin eşiğinde sıfırlasam da çoğu şeyi.
Yoksa sıfırlamak mı
lazım hayatı: sıfırdan başlamak ve yeniden santim santim adımlayıp, karışlamak
hayatı.
Neyim ki ben ya da
kimim?
Ya siz kimsiniz, sizler
kimsiniz, söyleyin bana.
Ya sahip olduklarım. Ve
binlerce kez şükrediyorum elimde tuttuklarıma, tutunduklarıma, sevgime, sevdiklerime,
kendimi sevdiğime, sevebildiğime, beklentilerimin çok uç boyutta olmadığına.
Öyle ya, isteklerin ve ihtiyaçların sonu yok ki.
Ve çekilip köşeme,
şükrediyorum, şükretmeliyim de. Hepimiz şükretmeliyiz sahip olduklarımıza,
yadsımamalıyız malik olduklarımızı.
Ne zaman sıkışsa başım;
gözlerimi dikiyorum gökyüzüne ve bakabildiğim kadar bakıyorum en derine, en
ulaşılmaza. Öylesine duyumsuyorum ki Yaradan’ı.
Ne zaman yalnızlığın
gölgesinde bir başıma kalsam, hissedebiliyorum O’nun varlığını, en az herkes kadar ama öncelikle kendim için,
duyumsayabildiğim kadar. Benim O’nun la aramdaki iletişim öylesine bana has ki
ve öylesine uçsuz bucaksız ki, ne zaman yeltenip anlatmaya çalışsam, kimseler
anlayamaz beni, anlayamadı da ve hep mağlup oldum anlatırken. Öyle ya, kime ne
ya da kimi ilgilendirir ki, içimde barındırdığım.
Vazgeçtim artık anlamaktan,
anlaşılmak adına verdiğim uğraştan. Öylesine yersiz ve afakî bir uğraşmış ki,
geç de olsa anladım akıntıya kürek çektiğimi. Dalgalar üzerime üzerime geldi
her seferinde ve med-cezirlerin eşliğinde alabora oldum sayısız defa. O azgın
dalgaların arasından ne bir el uzandı ne de ulaşan oldu bana. Tek ulaşanlar,
dibe doğru itmek gayretiyle vakıf oldular cebelleşmeme. Zaten kimseden bir şey
de beklemiyorum artık.
Çok şey beklerken çok
şeyle karşılaştım olumsuzluk adına. Ve gördüm ki; dünyam çok engin ve bir o
kadar da ulaşılmaz ve bir o kadar da anlaşılmaz. Betimlemeler, paradokslar, parametreler
ve sayısız bilinmezle dolu, benim dahi çözemediğim.
Ve kendinden bihaber
insan denen mefhum ne ölçüde algılayabil ki duyumsadıklarımı. Heba oldu onca
emek ama en azından vakıfım artık kendime, ne varsa bana dair.
Hayır, geri aldım
sözümü, heba olan hiçbir şey yok aslında zira mecburdum ve mecburum da
mücadelemi sürdürmeye.
Basit beklentilerim yok
ama uç da değil beklediğim ne varsa: Kimsenin beklentisi basit ya da ulaşılmaz
diye bir düşüncem de olmadı aslında. Ama biliyorum kendimi: O kadar zor ve değişken
bir tabiatım var ki. Ama somut olguları da var hayatımın odak noktasının: Dedim
ya, anlaşılmak ya da anlaşılmamak ilgi alanım dâhilinde değil artık. Zira ben
de herhangi bir gayret içersinde değilim artık anlamak adına karşımdakini. Zira
bıktım usandım yüzlerdeki maskeleri çıkarmak adına verdiğim uğraştan. Anlamak
istemiyorum işte; kim ne dilerse taksın yüzüne ya da arkamdan kuyu kazsın.
İlahi adalet eninde sonunda yerini bulacak. Ne kırgınım ne de kızgınım. Ama
buruk içim, tek hissettiğim bu. Haiz olamadıklarım, gücümün yetmediği,
uzanamadığım onca şey. İşin aslı neye dokundumsa kurudu gitti, Kuru bir dal
gibi tam da ortadan kırıldı. Süzgün yüzümde gizlediğim hüzün çoğunu mutlu etti,
bilmekteyim. Ama insanım ben, gülmek kadar ağlamak da hakkım. Evet, hakkım.
Yeri gelir atarım en içten kahkahamı ve yeri gelir hüngür hüngür ağlarım.
Ne tiyatro sanatçısıyım
hayat denen sahnede oynayan ne de figüranım.
Ben kendi hayatımın
başrolünde oynayan bir garip kulum sadece.
Zaaflarımla, nefsimle,
yeri geldi mi çelik gibi irademle, hüznümle, neşemle. Saklamadan, direkt,
bağımsız ve umarsız. Kayıtsız değilim gerçi ama artık yüksünmüyorum da diğer
yandan.
Hayatımın hiçbir
döneminde paraya kul köle olmadım: İşte en büyük zafiyetim. O yüzden de
maneviyatımdan, hissiyatımdan kayıp vermedim ömrüm boyunca. Zengin miyim: Asla…
Fakir miyim: Hayır…
Peki, neyim ben? Ah,
bir bilebilsem. İster çapraz bulmaca deyin, ister yap boz.
Ben, benim işte.
Yaşamaya âşık ki herkes gibi, keskin ve menfi yönlerini törpülemeye çalışan,
hayallerinin peşinden koşan: Her ne kadar gerçekleşme ihtimali uzak ve zor olsa
da…
Yeri geldi mi, mutluluk
oyunu oynayan ve yeri geldi mi Hansel ve Gratel’deki cadının zulmünden kaçan
bir masal kahramanı. Evet, seviyorum masalları ama mutlu sona da asla
inanmıyorum. Zira hayat bir masal dünyasından ibaret değil.
Hani nerede Kül Kedisi
ve hani nerede beyaz atlı prensi.
İnsanların bir masal
kahramanı kadar masum olduğuna dair inancım ise kalmadı asla.
Of, ne zormuş yaşamak,
ne zormuş her şeyi ve herkesi böylesine irdelemek. Yanlış anlaşılmasın; ben
asla kimseyi sorgulamıyorum ve yermiyorum da. Ama öylesine ve acımasıca yerden
yere vuruyor ki insanlar birbirini.
İnsan aynı anda nasıl sevebilip,
korkabilir. İşte; maneviyatın güzelliği de burada: Yürekten Yaradan’a sevdalı
ve onun gücüne vakıf ve aynı derecede O’ndan korkan.
Ne kadar da basiretsiz
bir kulum, diğer yandan. Keşke güzelliklere ulaşıp, herkesle paylaşabilseydim.
Ya, dileklerim ve sahip olduklarım ya da kavuşma ihtimalinin dahi bulunmadığı
bitmek bilmez hayallerim…
Ben böyle mutluyum:
Sahip olduklarıyla yetinen, korkuları olan, hayalleri ile avunan ve iradesinin
hükmünde, zaaflarını minimuma indirme gayretiyle yaşamaya çalışan.
Her ne kadar bağımlısı
olsam da çoğu şeyin bir o kadar da bağımsız ruhumu sevip, kolluyorum. Bu yüzden
de ne baskıyı sevdim ne de bastırılmayı. Ve inandığım ne varsa, inanmak zorunda
olup, kollamakla mükellef olduğum.
Hayatımdaki hiçbir
yanlış doğrularımı götürmese keşke. Ama mümkün mü; asla…
Ya, sizlerin
yanlışları. Herkesin doğrusu da yanlışı da kendisini ilgilendirir yeter ki
zarar vermesin çevresine. Öyle ya; nasıl da mükellefimiz etrafımızdan. Yadsımak
ne kelime ama bağımlısı da olmamalıyız ve mecbur bırakılmamalıyız çoğu şeye.
Kısaca iç içe geçmiş, sayısız halka bizi çepeçevre saran.
Eşiğindeyim hayatın hiç
olmadığı kadar. Nasıl da haykırmakta içimdeki çocuk: ‘’Artık büyümek istiyorum,
yeter burada kaldığım.’’ Diye.
Asla izin vermeyeceğim
o saçları örülü, mızmız kız çocuğunun büyümesine. İstediği kadar şikâyet edip
dursun. Yoksa nasıl yürürüm bu yolu. Hem de bu denli tümsekli ve bariyerlerle
çevrili iken.
Beni ben yapan o çocuğa
öylesine alıştım ki. Hayır, direniyorum işte: Ne büyümek istiyorum ne de izin
vereceğim o küçük kız çocuğunun incinmesine. O, benim gerçek yüzüm, çoğu
insanın görmek lütfunda bulunmadığı ve görmezden geldiği. Ben, yeteri kadar
vakıf olduktan sonra, isteyen istediğini görsün.