Geride kalan günün bekası ve az evvel
yazdığım bir yazıyı kaydetmeden saklamayı da beceremediğim.
Yaftalanan duyguların iz düşümüydü
oysa her yazdığım cümle ve güne özürlerimi sunuyordum belki de gündü benden
özür dileyen.
Soluksuz yaşarken bir solukta kalemden
dökülenler ve ben kaydet düğmesine basmayı ihmal edip kendimle sözleştiğimi yok
sayıp aslında restleşmenin de ilkel bir duygu olup olmadığına karar veremezken…
Elimden gelenin hepi topu bu: demek
ki savaşı baştan kaybettim.
Israrla yaşamak neyin nesi peki,
demenin meali elbette hissettiğiniz kırgınlığı asla bertaraf edemediğiniz.
Büyük lokma yemeden yaşamak mı hâsıl
olan o kaygının iz düşümü ve metazori bir gülümsemeyi bile yüzünüzde asılı
tutamazken.
İri dolu taneleri gibi kalemin
serptiği cümlecikler ve kimsecik olmanın da tezahürü işte yanılgı yüklü bir
edimde neye denk düştüğünüzün de haddi hesabı yok iken diğer insanların
gözünde.
Koyu mavi bir inilti.
Efkârın iz düşümü ve geleneksel bir
kabullenişle işi oluruna bıraktığınız ne de olsa kaderci yapınızla izah
edemiyorsunuz asla ve gönül gözünde yanıp sönen bir ışık gibi hala hayatı
adlandırmaya çalışıyorsunuz ve elinizdeki Pazar arabasında boş bir ruh
taşıyorsunuz boşluğa denk düşen gelin görün ki boşluğu doldurma arzusuyla
yollarda düştüğünüz belki de yoldan çıktığınız kimine göre ama buluyorsunuz da
gitmeniz gereken mıntıkayı: bir alt sokak ve yetim bir günceyi güne uyarlayıp
bir şekilde boşluğa çiçekler ve hoşluklar kondurduğunuz…
K/olay olmasa gerek kimine göre.
Kimse neyin derdinde ve ne ise iştigal
ettiğiniz aslında kimsecik olmanın da maruzatı iken yediğiniz ekmek arası
cümleler ve ketçap niyetine tuzluyorsunuz gözyaşlarınızla belki de edindiğiniz
asaletle saklı tutuyorsunuz her bir damlayı.
İçinizi tırmalayan o iç ses.
Vakur bir çırpınış ve dış sesin illa
ki müdahil olduğu.
Sapır sapır dökülen imgeler ve bir
kalemde silip aslında iri puntolarla yazmak istediğiniz bir başkaldırı üstelik
kendinize ne de olsa yetemediğiniz yine kendiniz ve her yetinmeyi bir yeti ile
arz edip yetim bir sözcüğün de hurafeler doğurduğu.
Kimlik pazarında kaygan bir zemin.
Kimsiniz?
Kaygı babında gürültülü bir teyakkuz.
Nedir derdiniz?
Sözcüklerle alıp veremediği ne ki
b/astırdığınız iç sesin ve makul düzeyde yenilginin aslında yeni başlangıçlara
vesile olduğu.
İpliği pazara çıkan cümleler.
Sıdkı sıyrılmış evren bekçilerinin de
kumpası ve geviş getiren mübalağalı bir serzeniş üstelik kendinizle olan
hesaplaşmanızda asla denk düşmeyen bir kazanım-kayıp tablosu tıpkı
alacaklıların borçlu olduğu düşüncesiyle açık veren bir bütçe.
Eklentisi duyguların ve hülasası
günün.
Bir m/eziyet kimine göre ve devran
dönerken siz hala semazen ruhunuzu düzende tabi tutamadığınız ve gönül
kırgınlıkları ile sığındığınız maneviyatın ivme kazanan ruhuyla
yenilgilerinizin de bir zafere dönüştüğü.
Kotardığınız ne ki?
Söylemler mi sırıtkan yoksa iç
sesiniz mi bin bir dereden su getiren?
Kimlik derdinde olan bir kalem ve
yüzleştiği kadar da yüksündüğü dış âlemin baskısında basıncın dengelenmediği ve
nihayetinde sönen balonun ansızın şişip de kocaman bir boşluğu havada
sürüklendiği infilak etmesi an meselesi olsa bile çekinmeden eklediğiniz her
türlü duygu ve düşünce.
Soyut bir cetvel… ölçüp biçtiğiniz ne
ola ki?
Somurtuk bir hesaplaşma ne de olsa
kaygılarınızı asla öldüremediniz.
Gösterişli bir ölüm belki de:
darağacına astığınız kalemin hala tükenmek bilmeyen kaygılarını un ufak
etmekten aciz olup bir de eklediğiniz duygu silsilesi.
Bir Mart kedisi gibi fazlasıyla
hareketli.
Şafak gibi düzenli ve sebatkâr.
Gece gibi belki de… karanlığın
hicvine tanık yıldızlar ve evren.
Kâinatın balkonunda yan yatan
gezegenler ve gök taşı dolu bir hüviyetle gözyaşlarını da kurban verdiğiniz o
bilinmezlik yüklü bekleyiş.
Bir batında doğan güneşin dolunaya
muhalif olduğu ve ezkaza gölgelerin fink atıp da aidiyet duygusunu asla saklı
tutamadığı.
Yaşadığımız kadar da yaşattığımız
hayallerimiz ve sözcükler deli gibi tırmalarken göğsünüzü aslında siz saklı
tuttuğunuz o kocaman yüreğinizi binlerce parçaya ayıran insanlara karşı iyi
niyetli tutumunuzu da saklı tuttuğunuz.
Yabana atılır bir coşku da değil
hani: elbette yaşama sevinci sık sık baltalanırken yazma dürtüsüne de muhalif
olan dış sesin aslında en temel uyaran olduğunu bilip koşullandığınız
güzellikler ve mutlu bir dünya hayali.
Geç kalmışlığın ertesinde koşuşan
siz.
Emsalsiz hüznün perde arkasında
mutluluk yüklü bir tablonun da aslında aniden parçalanıp sizi kıyılara attığı
hele ki siz sığ dünyalara asla özlem duymadığınız gibi enginlerde yüzmeyi de
şiar edinmişken…
Uyruğu olmayan ne çok acı ve lanetin
şifresini kırıp billur bir dünyanın gövde gösterisinde başrol de sizdeyken…
Ne de olsa yazdığınız her hikâyenin
kahramanına özeniyor ve gözünüz gibi de kollarken bu başrol oyuncusunu ve de
sezdirmeden kendinizi sahnede hissederken…
Yaşamak bu kadar mı kaprisli ve de
mutluluğa eş değer?
Ve evet, yaşamak, inadına yaşamak
sevginin tüm buzulları eritebildiği bir ekvator iken yüreğinizde saklı
tuttuğunuz.