Yakut düşlerimi bozdurmak istiyorum
ve aşk perhizine girmiş dünyanın bilinmedik coğrafyalarına uzanmak istiyorum.
Şaibeli ölümleri; şık sevdaları ve
yalancı aşkları soluyan bir evren.
Kanıksadıklarımdan çıkıp da yola…
Kaydıkça eksenimden…
Zaman aşımına uğramamış olmayı
dilediğim bir döngü kısaca.
Edimlerde saklı hangi zihniyet ise ve
kel başa şimşir tarak bellediğim şu sefil cümleleri kurma zahmetine
katlanıyorum uykudan birkaç saat çalıp.
Çalıp çaldıracağım ne kaldı ki kuru
can’ımdan başka?
Sözsüz bir gün geçmiyor ne de olsa
çalçene bir yorgunluğun müridiyim. İstiflediklerimi serdiğim o gönül rahlesi ve
pekişen öngörüler: biraz ben gibi biraz da ben özürlü belki de tıknaz bir
gölgeyi nimet bilip de yakasına yapıştığım sonra da kendimi alamadığım bir nöbet.
Şiirler istila ediyorsa benliğimi ya
da şaibeli bir şarkı ise kulağıma eşlik eden ve netice itibariyle günün nabzını
tuttuğum sayılı dakikalar.
Maruzat bellediğim değil de sevecen
bir yürekle nöbete durduğum.
Metazori bir sevgiden ne gibi bir
kazanımım olabilir ki?
Ya da ihlal edilen sınırlarıma nasıl
bir engel koyup da ben, ben olmayı erteleyip kaçkın ve kayıp bir zamir
olabilirim?
Zamirlerden de emir kiplerinden de muzdaripim:
aslında en çok da kendimden belki de kendimi sevmekle başlayıp kendimden sıkıldığım
ve darağacına astığım cümle birikintisi.
Ziyandayım belki de. Zararı yok.
Solumdayım bir ömür: ne gelen var ne
de giden.
Sağdan başlayıp saydığım ve ilk
adımımı Besmele ile attığım ve her Allah’ı andığımda başımın dertten
kurtulacağını ümit ettiğim.
Zamkla yapıştırdığım ne çok kırık
oysaki senede iki fasıl dekorasyonunu ve evini yenileyen insanlar iyi de benden
bir tane yok ki.
Köhne bir mutluluğa gıpta etmeden,
derli toplu bir sevdayı da lav etmeden.
Israrcı belki de en çok kendini
kandıran.
Yansız ama en çok da muhalif
biriktiren.
Bir göle maya çalıp bir de yorganını
pire uğruna defalarca yakan…
Davulun sesine de hayran ne çok insan
aslında sunumunda hayallerin en tehlikeli silah iken duygular…
Şuh bir sevinç ısmarlayabilirim ya da
dokunaklı bir tebessüm kondururum gamzesi kayıp bir şehre düşerken yolum ve
İstanbul kadar da sıra dışılığın özentisine geçirdiğim o kılıf ile içli dışlı.
Bir z/amir olabilirim belki de amiri
olmayan bir bölük.
Bir sancı da olabilirim: aklın
soykırımında, devranın duyulmayan tınısında belki de dandik bir cümle
ısmarlarım şehrin kıtalarına uyan, şiirin yakalarına iliştirdiğim.
Günsüz bir hüzün olsam ne çare?
Gecesi olmayan bir şiir isem ne ala!
Derdime düşkün bir gösteriş budalası
olsam da mı mutluluğun çığlıkları kulağımı tırmalasın?
Suskunluğun ilahını yaşamış biri
olarak, vazifelerime de düşkün hatta aykırı bir ruh iken konduğum şu beden…
dingin söylemler biriktiren bir öğretmendense öğrenciliğin doyumsuz mutluluğu
sonra da peşine takıldığım bilginin fıtratı.
Kem küm ederken ya da dırdırı
çekilmez bir yaşlıdan arda kalan o hırka mı yoksa huzuru giyinmek adına sıkı
fıkı dost olduğum yalnızlık: aşkın da çivisi çıktı diyenlere ikazım belki de;
aşka âşık bir yoksunlukla şerh düşmeyi görev edindiğim her düş.
Bir boylamdan çıkıp da yola enlemin
erdem; sözcüklerin yorgun; yüreğin de delik olduğu hani su sızdıran bir bidon
gibi sevgiyi damıtan sonra da hüzne sırılsıklam âşık.
Nemalandığım kadar ya nasip, demekle
şükrettiğim sonra da uzamında duyguların, hasbıhal ettiğim cümlecikler.
Kondurduğum busemi bile çalanlara
sözüm. Kaydırağım hangi şiirse denk düştüğüm o boyutsuzlukta bir de minaresini
çalan hırsıza da sitemim.
Oh olsun diyenlerin nazarında büyüyen
şiir eşkâlleri; süzgün yüzünde asaletin hırpani bir mutluluk saklı belki de
belli belirsiz, sonra kanadı olmayan bir kuşu sahiplenip, yüreği olmayan bir
bedeviyi de sorgularken kader.
Düşün düşün, demenin ötesinde
duyumsamakla titrinde hazanın en kalabalık yalnızlık mı yoksa dalından kopan
yaprakların boykot ettiği nice ağaç sonra da kuru sıkı bir tabancayla Tanrı
öldürürken yürek sesini kâfirden düşkününe kadar tabancanın kabzasına attığım
her çentiği rahmet bilip de kaderden boyumuzun ölçüsünü almışlığımızın da en
büyük hesabını yaparken melekler…
Zaman aşımına uğramak nasıl da olası
belki de şakıyan yürek sesine konduğumuz sonra da uçmakla düşmek arasında
serbest atış yaptığımız her yeni gün.
Günü derleyip güldüğümüz.
Gülmeyi unutup dertlendiğimiz.
Dertlendiğimizden fazlasını
nasiplendiğimiz ne de olsa huzura tanıklık etmeyen bir gönülden fazlasına sahip
olmakla yetinmek arasında gidip geldiğimiz.
Hangi şaibeli ölüm ise konuşlu
bilinmeze ve hangi kayıp yürekse asılı kaldığı zulmün de neferi iken zalim
isimli kederin yönergesi.
Zanların muteber dışı vasfı belki de
zerre değeri yok iken gözümüzde, bir gıybet kurbanına rahmet okuduğumuz ve
derken başımızı derde soktuğumuz her belayı bertaraf etmek adına dualara
sığındığımız.
Göçebe bir aşk mı yoksa yüreğin
daldan dala konduğu?
Görgüsüz bir sevda şiiri mi yoksa
şairi henüz doğmamış?
Ya batmış güneşin de derdi tasasını
yüklenmişken gece?
Sonra da uyutulduğumuz koylara konan
deli fişek beyanlarından bilinmezin arakladığımız satırların minvalinde bir de
fıtrata uygun yelek mi her huzuru andığımızda ve her göğe baktığımızda yüreğin
hissettiği?
Sandık sandık hüznü katık yapıp da
merhalesinde hazanın, en katıksız ve saf aşk masallarına inanmayı da vazife
edinmişken.
Kim derdi ki… diyenlerin denmedik
hangi cümlesini çalalım da hüzzam makamında bir şarkı olsun ısmarladığımız bu
son beste ve güftesinden sızan hüzne de aldırış etmeden, yeniden bir tebessüm
konduralım hayata hani olur da çalıntı bir mutluluğu çok görmez evren.