İklimsel geçişler
birikiyor Eylül ses verirken aslında nidalarında yoksun yabancılığımın, bir
esaret erbabı olma zevkine nail olup bir solukta içiyorum cümle öbeklerini.
Zehir saçan tacirler
geliyor gözlerimin önüne.
Hayatına mal olmak ne
anlama geliyorsa, harcanan hayatları boykot ediyor ana haber bültenleri.
Zamansız ve saçma sapan
ölümler düşüyor peşi sıra spiker, o donuk ifadesiyle, lal olmuş öğeleri
saptırmadan bir bir dile getiriyor.
Ele avuca gelmez bir
hegemonya, sırıtkan kelam aslında hiçliğin varlık katsayısı.
Ölüm.
Ve benzeri.
Ölümsüz addedilen.
Ölesiye seven kadınlar
belki de ölesiye sevildiklerine kani, hala vazgeçmeyi beceremeyip belki de
vazgeçmek nasıl bir huşu serpintisi ikram ediyorsa, bu sefer kocalarından ve
bıçaklarından damlayan kan hücum ederken ekranın beyazlığını kırmızıya boğmuş
üstüne üstelik buğulanmış yaralı, ölü bedenler…
Cenin vazifesi gören
sevgi mağduru.
Aşkı ikbal bilip hüzne
yakalanan ve de ölüme.
Darmaduman hayatlar
çemkiriyor.
Bizler sadece uzay
boşluğunda dolanan gök taşları gibiyiz: bazen ağlıyoruz gök bakışlarıyla
genelde susuyoruz ve mizacımızın yorgunluğuna toz kondurmadan sesli acılar
birikiyor kursağımızda.
Yabancılaşma… Toplumsal
etkenleri bireysel etmenlerle kanıksayıp hala sorgulamayı hak görmeyenlere atıfta
bulunup, edinilmesi zor bir mertebe büyük ihtimalle.
Ne çok faktör.
Ne çok uzman.
Ne çok öneri.
Akıl geri dönüşüm
kutusu vebali yine bilinçaltının dolduruşuna geldiğimiz.
Öykündüğümüz insanlar
somurtuyor.
Somurtan çehreler
soluyor ansızın.
Zaman yapışkan bir
aksanla yaraları dikiyor sonra mekân özürlü hislerimiz mutlu anılar peşine
düşüp başlıyor çocukluğa yolculuk: Freudyen teorilerin bile işe yaramadığı
aslında terzi söküğünü dikemez mağduriyetiyle psikanalizin kurucusu kuru sıkı
bir tebessüm sıkarken.
Zanlı hayatlar
çoğalıyor sonra da çoğalan acılar sonlanıyor sonra da sonlanmayan ne varsa
yeniden başa dönüyor plak. Takılı kaldığımız ne çok evre ve değişken
maliyetlerin uzvunda birer hane kondurup hecelere sayıları ve harfleri
eşleştiriyoruz.
Yoğun bir propaganda
aslında teneşir paklar, zihniyetini hor görüp pek çok anlamda yozlaşan insan
ırkının geldiği nokta ne de olsa ar damarına ihanet mevzu bahis sonra da kendi
ayıbını görmeden hayata ve insanlığa ihanet eden o züğürt tesellisi.
Nifak sokulası ne varsa
yine insan hüviyetine mazlum bir rest çekiş.
Kimlerdensiniz?
Yarım yamalak bir
cevap.
Ve o metalik ses
soruyor bu kez:
Lütfen kimlik
numaranızı kodlar mısınız?
Hal hatır sorma faslını
geçtik geçeli…
Ahkâmlar yüklendik
yükleneli.
Somutu kapı dışarı edip
soyutluğa geçiş yaptığımız o lahit.
Ölü hücrelerimiz
aslında ölü kimliklerimiz ile tıkıldığımız o tek kişilik hücremiz.
Beyanatlar nasıl da
patavatsız.
İkram edilen ne ise son
kullanma tarihini çoktan geçmiş.
Ama asla iade etme
hakkımız yok lakin beterine müracaat ediyoruz:
Vahşet.
Kıyım.
Kıran kırana.
Maç müsabakalarında
bile özgünlüğümüzü ve özgürlüğümüzü çaldırdık lakin peşin hükümlü olmak adına
çarelerin tükenmediği coğrafyalarda nasıl da çareler bulunuyor.
Dur! Kimliğini göster!
Buyur ağabey.
O da yetmez.
Dur üstünü arayacağız.
Güven telkin eden ne
ise kayıplarda aslında ayıp bellediklerimiz sandukasında milenyumun.
Sevme özürlü değiliz
asla. İyi de kimdir bu ortalarda dolanıp huzuru bozan?
Güne başlarken korkarak
açtığımız televizyon ekranı ya da sosyal medyada vuku bulan nicesi.
Evladım, ihmal etme de
çantana koyduğum tüm yemekleri ye, e mi sonra da servisine bindiğinde ara beni
ki geldiğinde evde olayım…
İyi de o çocuk bakalım
sağ salim dönebilecek mi eve?
Aldığımız son habere
göre çocuk istismarında…
Bip.
Asla.
Ne haddimize!
Ve irkildiğimiz
gerçekler.
Zamandan ve mekândan
ayrı düşmüş ruhlarımız alıntı yapan cümleler misali, hayatı ve öksüzlüğümüzü
yoğuruyor.
Yabancılaştıkça ama
önce kendimize derken soyutlaştıkça; bu kez toplumdan ve ahkam kesen uzmanlar
defalarca aynı konuların farklı kişilerce işlendiği ve asla seyretmediğimiz:
Şeker yemeyin efendim.
Ne yemeliyiz?
Biraz nefret biraz
yalan biraz da cinselliği…
Bip.
Vızıldayan ne çok arı.
Oysaki arı düşlerimiz
vardı eskiden.
Polenleri israf etmeyin
lütfen.
İyi de neyi
koklayacağız?
Peşin fiyatına on
taksit, ithal kokularımız ömür boyu garantilidir.
Vay anasına! Dememek
adına zor tutsak da kendimizi.
Grupların peşin
hükümleri ve peşin hükümlerin insanları ayrıştırdığı gerçeğini görmezden gelip
birbirimizi kılık kıyafetlerimize ve teknoloji ile ters orantılı ölçüp
biçtiğimiz.
Kaç kilosun kardeş?
Ayıp, ayıp söylemem.
Ben sana şu rejimi
önereyim de gör faydasını bir de şu ilaçtan kullandın mı bak gör iğne ipliğe
döneceksin.
Ve bir genç kız daha hayatını
kaybetti.
Başınız sağ olsun. Nesi
vardı?
Mide ameliyatında
enfeksiyon kaptı.
Ya diğer genç kız neden
kaybetti hayatını?
Çok zayıflamıştı.
İştahsız belledik lakin anoreksia denen bir hastalık bulaşmış kanına.
Ne yani, anoreksia
bulaşıcı mı?
Tabii ki de tıpkı
kanser gibi tıpkı tansiyon gibi.
Aklımızı koru Allah’ım,
dememek için sabır dilediğimiz aslında reşit olmayan inançların görüntü kurbanı
olduğu daha doğrusu vicdan kirliliği ve cehalet mağduru olup erkenden göç
ettikleri.
Kızımızın nesi var? Ya
oğlunuz? Sahi, iş buldu mu sizin oğlan?
Ne işi, kardeş; daha
hangi okula yerleştirileceği belli değil.
Aklın kadar konuş!
Pardon paran kadar! Pardon, en iyisi sen hiç konuşma hem konuştukça batıyorsun,
batıyoruz.
Mevsimlerden insanlara
bulaşan belki de insanlardan mevsimlere yansıyan ya da mevsimlerin de insanlar
gibi çağ atladığı belki de sınıf atlama hevesine yenik düşüp sonla şerh düşülen
o acı gerçekler.
Canımız acıdıkça daha
da acıtıyoruz. Acıttıkça gömülüyoruz günahlara. Günahlar adam boyu. Adamlar
zaten kayıpta aslında adam gibi adamlar, kadın gibi kadınları destur bilip yok
saydıklarına mı yansınlar yok sayıldıklarına mı?
Aslında konunu girizgâhında,
yabancılaşma erdemini işleyen merhume yazar Tezer Özlü’den yola çıkıp ufkumdaki
hazanla bir özeleştiri yapacaktım ne de olsa acıklı hayat hikâyesine saplanıp
kaldım sonra da bir kitabına düştü yolum. Belli ki rahmet istemiş.
Rahmetlerin nur olduğu;
bakışların sulh olduğu; deyişlerin tükendiği; insanların kirlendiği ve
kirlettiği belki de birer objeden farkımızın kalmadığı hatta ve hatta objelerin
bile daha da kıymete bindiği biz insanlardan çıkıp da yola artık nereye
varacağımızı bilmeden belki de bilmek istemediklerimize atıfta bulunup…
Belki de ili Özlü’nün
bir cümlesini not düşmek isabetli olacaktır ne de olsa ondan esinlenip de dile
getiremediklerimi bir diğer yazıma sakladığım ve kendimi de esefle kınadığım:
‘’Niçin dünyaya
geldiğini bilmiyor musun? Anlatmalısın, anlatmalısın, ayrıca acıkmalısın, susamalısın…
sonun korkunç, sefil olmalı! Bunu bilmiyor musun? Bunu sana Pavese
söylüyor.’’(Alıntı)
Anımsayabildiklerimizden
çıkıp da yola derman olamadığımız ne ise ya da her kim… sonra da tehir edip
bildiklerimizi yine benliğimize yüklediklerimizi de yok sayıp, yok sayılmaktan
öteye de gidemediğimiz…
Yabancıların
yabanlarında; sezgilerin tortusunda aslında idame ettirdiğimiz hayatın
boşluklarına serdiğimiz duygular, hayaller ve umut dolu tohumları da ekip ekip…
esir düştüğümüz kadar esarete de inanmadığımız aslında aklın katmanlarında
duygu yığınlarından öte varlıklar olmamızla övündüğümüz ve öğüttüğümüz
hayatlarımız sonra da çorak toprakların yeşermesini beklediğimiz…
Dışarıda eşlik eden
Eylül yağmuruna bir nazire edercesine belki de hayat nemli gözleri ile bizi
esaretine almışken belki de kapıldığımız hazan da hüzün açılımı ile bir türlü
mutluluk ile denkleşmeyen mevsimler ve yorgun yürekler ve üşüdükçe sarıldığımız
cümleler kadar da mektepli belki de alaylı bir sunum belleyip hayatı bilgiye ve
sevgiye olan açlığımızla hemhal.