Hükümlerin mücbir
sebeplerle bir varsayımdan öte anlamsızlığı her ne kadar konuşlu olsak da
anlamın engin muhteviyatını bitimsiz perdelerle rolün gereği yapılıyor yine
adsız bir mecrada peşi sıra koştuğumuz bir gölgeyi fazlasıyla kayıt altına alıp
önemsediğimizde.
Önemsizliğin önem
teşkil etmesindense önem denen varsayıma atıfta bulunmak ya da neye göre
şekillendiriyorsak büründüğümüz koşullu seferberlik.
Bir katsayısı haznesi
belki de isyanların tezahüründe ne ise atıfta bulunduğumuz ve tek solukta
tükettiğimiz iken türeyen hegemonya hem de batıl bir rotadan bir nota
kıvraklığında hayatımıza perde perde inerken.
Korkmak mı korkulası
yoksa korkular mı biçim değiştiren. Karanlıktan korkmayla eş değer belki de
aşkın vasıflarına yüklediğimiz onca değer ve derken bir mülkiyetmişçesine
sahiplendiğimiz hangi izlekse bin bir detayı genelleyip öznel bakış açısını
sahiplenen o güruh.
Kimlerin kimsesizliği
yine de dökümünü sunduğumuz varlığımızın iç sesindeki onca kıpırtı. Bir teamül
belki de bir yanılsama belki de boğuk bir ses yine karanlığın hezimeti ve gün
ışığını kıskanan ne çok gölge.
Dalya, deyip
odaklanmışken bir sonraki hamleye.
Stop, diyen kameraman
belki de gök kubbeden seyrine daldığı biz zavallı faniler ki O bile pişmanlık
duyarken bizlerin yalan beyanatlarından ve birbirimizi sırttan bıçaklayıp tüm
mert dizgilerini yok saydığımız hayat denen gazetenin.
Çoğalan ama azınlıkta.
Azımsayan ama çoğunluk
addedilen.
Yutkunup istifra eden.
Ya da doğurup doğurup
bebeğini çöpe bırakan anne adındaki yaratık.
Çocuğunun vücudunu iple
dolayıp köprüden sarkıtan bir diğer anne sıfatını kondurmuş insan denen vahşi
hele ki babanın bile umursamadığı ve üç beş kişinin telaşla çocuğu kurtarma
telaşı.
Belki de…
Belki de sessizliğimi
bozduğum şu beyaz boşlukta Tanrı’ya bile itiraf edemeyeceklerimi bir bir sunmak
hem de ne için?
Sorular mı sorunsuz
yoksa sorunlar mı sorumluluk başlığı altında.
Kağıttan bebekler
yaptığım günlerin özlemi belki de her defteri her kitabı sahiplenip
çocukluğumdan beri seferberlik ilan ettiğim boş sayfalar dolu yürekler
ki…kerelerin bile yetmediği üstelik asla azımsayamayacağım bir sevda
müşkülpesent ruhumun ovalarını renkli kalemle işaretlediğim.
Mavinin tonu: Alın size
engin bir okyanus.
Pembenin büyüsü: Gökyüzü
yine eşsiz.
Siyah: Oldum olası sevmediğim.
Beyaz: Gelinliği
andıran o pür-ü pak lehçesi masumiyetin ve meleklerin.
Sarı: Doğduğum gün
yakalandığım hastalığın saf kan sarısı ve bir de havuç yemekten sarardığım o
yıllar ki neler kondurmuştu insanlar sanki yarına çıkmayacakmışım gibi nasıl da
acıklı gözlerle süzerlerdi.
Renkler…Islah olmaz.
Kalem…Hepten rüştünü
ispatladı ama gelin görün ki susması da mümkün değil.
Ya ben?
Kim bilir nerelere
yolculuk edeceğim bu gün?
Kim bilir hangi
hezeyanı konuk edeceğim minicik yüreğime ve sonra da sallandıracağım
hayallerimi hem de baş aşağı yine de kambersiz düğün olur mu misali sereceğim
yeni günün yeni varsayımlarını ki nasıl da mütereddit bir ruhtan yola çıkıp
yine varamayacağım hangi yaka ise…
Sonlanmayan ve solmaya
yüz tutmuş ki ikilem yüklü beklentilerimden arsızca taşan hüzün ve mutluluk
denklemi ve gün sonunda eşitliğin iki tarafı hala dengede değilken kim bilir
nasıl gocunacağım çıktığım varsayımlar iken tereddütsüz ofsayt olacağım ki
değil kırk kırk bin fırın ekmek çıksa fırından yine de doymaz gözü sessiz
bellediğim aç ruhumun üstelik sükûtu ikrardan değil asaletten doğan bir ruh
fırtınası iken…