Mutluluğun muhatabı
aydınlık ve karanlık yanılsaması ki bağlaçların, imleçlerin suskunluğuna
yığdığım sayısız kelimenin anlık bir isyanından ziyade ömürlük sevinçleri iken
sahiplenme isteğiyle yanıp tutuştuğum.
Sen ve sana dair yine
bizliğe giden yolun karanlık geçitlerinde, dokunaklı bir aşkın tasarrufunda
heba ettiğim üç beş sınırlı hayalden ibaret.
Görmediğim, duymadığım
ve bilmediğim ne çok kehanet hatta adı konmamış bebeklerin o tiz seslerine
yığdıkları bir ömür önlerinde uzanan ve annelerinin yumuşacık göğsünde, tüm
kötülüklerden uzak ve masumiyetin sevgiyle kâh yarıştığı kâh kaynaştığı…
Sürüncemede ne çok
duygum var ve atıl bir yürek sesi: Bir açıp bir kapattığım o kutunun dibine
yığdığım. Ne, diye sorma sakın zaten sana soracağım soruların yanıtsız kalacağı
bilinciyle döşüyorum boşluğu. Boşluk, dedim hem de en engininden ve en
paylaşılmazım yine de donattığım ve kuşatıldığım… Bir anlamda çözümlemeye
gayreti ile israf ederken zamanı. Zaman: Zaruri ve bir o kadar sıkıcı.
Saatlerin durakladığı ve her nasılsa günlerin birbirini ivedilikle kovaladığı…
Yeni çaldı kapının
zili. Beklemediğim kim varsa doluşmuş kapıya. Önce onları buyur ettim ve
beklediklerimi zincirledim kilometrelerce uzaklıkta, yoksun bıraktıkları
varlıkları iken özlem duyduğum.
Garip ve akla zarar
onca ikilem: Ben gibi ve sensizlik gibi. Senden size çoğalttığım bir tahakküm
kadar da baskıcı.
Çok geç kaldım!
Açılımının ne olduğunu inan ki bilmiyorum. Ya da neye geç kaldığımı. Zorunda
mıyım da erken bir vakti yeğliyorum.
Doğmadığı günlerde
özlüyorum güneşi. Sizin oralarda hiç batmadığını bilsem de esefle kınıyorum bu
sefer: Hiç mi buralara uğramaz?
Umarsız o da senin
gibi. Ah, keşke kayıtsızlığımı sürdürebilsem ve keşke her durakta yeni baştan
başlasam yolculuğuma.
Tahmin etmektense cevap
vermeme hakkımı kullanıyorum. Saçma hem de nasıl: Ne de olsa muhatap kılındığım
tek bir soru yok. Akıllarından geçeni tahmin etmek bile istemiyorum ve boşa
aldığımdan ziyade başa aldığım… Her nasılsa, soluklanmak amacıyla verdiğim o
molaya sığdırdığım sayısız telaş.
Batılı mı ömrün atılı
mı aşkın?
Sığdırdığımdan ziyade
sığınmak adına büründüğüm sessizlik mi yoksa tek gerçek?
Ve asla dayanamadığım
yine de doyamadığım seyri mi ömürlük duyguların?
Korkularım hem yersiz
hem de anlatamadığım aykırılıkların gerçeklerle olan dostluğuna yığamadığım
sayısız gölgeden ibaret.
Tekrarlarını
seyrettiğim, sonu belli başı kayıp ne çok hayat hikâyesi: Biraz benden, deme
gafleti ile ahkâm kestiğim ve nihayetinde duvara tosladığım. Al işte,
zincirleme bir kaza daha. Oysaki değil hız yapmak düşüncesine bile asla vakıf
değildim. Zaten neye haiz olduğum değil de bana layık görülenlerle avundum bir
ömür.
Ne duruyorsun? Hadi
sağalt şu acılarımı! Dur bakalım, bir kere mecbur musun da yakınıp duruyorum.
İllet bir sancı duyguların nüksettiği her şekilde bana biçilen paye. Yine
başladı… Ne o?
Hayır, sakın sorma
bana. Hem bin yıldır anlatıyorum da tek bir katresi girdi mi kulağından. Öyle
ya, sen gözlerinle duyar ve anlamsız rötuşlarla okursun bildiğini. Bildiğimden
ziyade bildiklerin ya da bilmekle yükümlü olup, geçiremediğim süzgeçten ve her
nasılsa biriken o tortu.
Sancılı bir
birliktelikten ziyade zaruri bir yalnızlık… Zor bir seçim yoksa bahşedilen bir
hediye mi seçme hakkımın bulunması?
Yine de umut beslediğim
şu girdabın yutuculuğunda, boğazımdan tek haram lokma geçmezken, bir bir
döküyorum eteğimdeki taşları. Yeter ki; sen de elini altına sok en azından sana
yakın duran hangi taş ise her ne kadar mevcudiyetin yüreğime bir pranga
geçirmiş olsa da…
Bakir bir ıssızlığın
tınısına vakıf olmak aslında tecelli eden mahremiyetin indinde, bellediğimiz
tesellisi yine insanlığa dair ama günbegün terk edilen bir vicdan kadar
ötelenmeye mahkûm deryasında aşk ve sevgi kadar davetkâr olmasa da onca menfi
duygu.
Sessizlik ıslık çalarken,
gün zamanı terk ederken ve ölürken gece.
Ölgün bir günce yine
insanlığın batılı ve ölümlü birer rüyayız her birimiz uykuya dalarak
yitirdiğimiz bir zaman dilimi ve soyutladığımız bitimsiz riyalarla aldatırken
birbirimizi. Bir telaştır gidiyor, bazen ertelediğimiz bazense ertelendiğimiz.
Sıralı ölümler iken
beklentimiz, anlık peyzajlarda yol veriyoruz ömür denen o satır arasında
yitmişliğin en çılgın şarkısından arda kalan kaç notaysa…
Bir öfke zaman zaman
teslim olduğumuz ve mizacı yine şu devingen ruhların belki de anlık bir
hezeyanla karşı çıktığımız onca maruzat sayesinde haklı çıkmanın haksız gururu
kadar gereksiz bir locada seyrederken insanlığın piyesini.
Çaldığımızdan ziyade
çaldırdığımız yine de efkâra bürünüp, sıyrıldığımız maskelerden arda kalan.
Hiçliğin hıçkırığı
kadar da ayan beyan üstelik varlık addedilen ve her nasılsa gaflete bürünmekten
alıkoyamazken üstelik bilinmedik bir boyutta yolculuğumuzu ebediyete kadar
devam ettireceğimiz gibi asılsız bir peşin hükme varıp, asla varamayacağımız o
yakanın hayalini kurup da sislerde boğulduğumuz…
Boğuk seslerle örülü
evren bazen yalıttığımız bazense kucakladığımız.
Meskensiz ithamlar
eşlik etse de hangi boyunduruğu gönül rahatlıyla baş tacı edebiliriz ki?
Keşkelere sığınıp,
yarını unuttuğumuz ve mazinin kıskacında rehin tutulduğumuz hangi düzlemse, tüm
karmaşıklığın kıymete binip basit çözümleri görmezden gelmek kadar da hayal
kırıklığı yaratan.
İnsandan önce ve
insandan sonra hele ki masumiyetin kayıp sanrılarına sarılıp, iyiyi ve güzeli
dilesek de sonunu bir türlü getiremediğimiz kaygı yüklü beklentilere maruz
kalıp, kundakladığımız insanlığımızdan damıttığımız.
An, anı, beklenti,
süregelen, demli bir milat ki geride kalanlara sünger çekmekten imtina edip
asılı kaldığımız o kancada esarete mahkûm edildiğimiz ve söylemeye
cesaretimizin olmadığı bir dramın kaçıncı sahnesi ise aşkı payidar kılan beşeri
bir ihtirastan ziyade varlığımızın teamülünde rast gelmek bilinmeze…
Mimlenmişken,
imlediğimiz hele ki kelimelerden arda kalan bir yalnızlığı buyur etmek o
gölgeli yansımanın en hazin birlikteliğinde yenik düşmekten öte var olmaya aday
göreceli bir insan seli.
Adsız bir lisanda,
bilinmedik bir lehçede yine insanlığın tezahürüne denk düşen ama tezahüratı
anlamsız bir gürültüye sebebiyet verip soluklandığımız bir omuzda uyuya
kalmışken vicdan yüklü darbelerde can yakmaktansa canımızı yakan ve savurgan
insan izlekleri, her daim sürtüşen ve bir avazda sevginin doğurganlığına rest
çekmekten aciz nefret yığını ne çok kelam bazen sessizliği mesken edinmiş
bazense suskunluğu meziyet bilen.
Sona adımladığım o
istikrarsız gidişlerin tekerinde kırık bir pedalın isyanını hak bildiğim bir
günahtan mı ibaretim yoksa?
Sanrılarla zincirliyim,
aşka delalet bir nifak kadar da özürlüyüm ve ölgün imgelerin kırsalında, kıra
çalan saçları aşkın iken kaybolduğum bir devranda, soluk benizli kaderle
cilveleşen o hulasa sessizlik kadar gözlerim örtülü.
Gecenin peçesini
görmezden gelen bir güneş iken, çalakalem resmettiğim, sorumlu ve sorunlu
niyazında meşk ettiğim ve ansızın havadan nem kapıp, sığındığım kolları rahvan
gök kubbe ki, kayıtsızlığımın pervasızlığında, güdümlü bir sevgi neferiyim bir
o kadar beyhude bir telaşla çıkmışken yola, ani bir refleksi görmezden
gelememenin sancısı iken yürek cebelleşirken isyanını yâd edip dünlük
bulutların, eskiyen bir güncenin bağnaz ve soluk sayfasında esir düşmüşken
aşka…
Haznesi mi
yoksunluğumun, gölgesi mi atılan çalımların ve her nasılsa takılan her bir
çelmede, münafık bir varlık iken rastlaştığım ve sorup soracağım tek soruyu
görmezden gelmenle boşalan tıknaz nefesimde, her nasılsa Hakkın rahmetine
kavuşmuş iken kayıtsızlık.
Demli isyanlar perişan
bir varlığın izbelere sakladığı sırlarını ifşa ederken ve hengâmesi dürtülerin…
Bir bir kayıt altına aldığım alt bilincin kapasite aşımı beyanatına attığım tek
bir çentikle yok saydığımın bir tık ötesinde yoksun kılındığım bir muafiyet
kadar da esrikli bir algının satır arasına karışmış hegemonyasından arda kalan…
Anlatmak istediklerim
anlattıklarımın kat ve kat üzerinde. Sancılı yankısı yürek sesinin çarpıp da
geri dönemezken o heybetli varlığının izdüşümündeki pervasızlığın kadar kayıt
dışı olsa da…
Hanidir sırdaş bir
tümceye denk düşüp, dengimi bulamadığım koca bir ömür kadar da algı dışı
addedilen yetilerimden de öte bir buhranın izafi hükmü belki de günlük
kaygılarım iken sür git bir sağanağa esir düşmüş damlaların seyri hele ki gök
kubbede asılmışlığı hayallerin peyder pey çalarken içimdeki çocuk o münafık
ıslığı.
Kademeli bir var oluş
yetmedi sümsük bir imgenin tekelinde iz süren bir çakala rast gelmekten de öte
adına yalnızlık denen şarkı. Gölgeleyen ne ise adını anmayacağım seyri anlamsız
terk edişlerin bu yüzden belki de terk edilişlerin acısını çıkardığım her yeni
batılda baş veren umut ağacının gölgesine istiflediğim düş kırıntıları.
Aşka nazire eden
boyutsuzluğun istikrarsız yaslara dayalı hükümleri de elden ele geçen ve
yergilerin bir bir ifşa edildiği anlık bir hezeyana delalet en büyük
tutarsızlığı yine insanoğlunun.
Sarmalı duyguların en
büyük isyanım yine de maneviyatımı örselemesine izin vermeyeceğim sırdaş bir
kelamda saklı tuttuğum bu yüzden her an geri kaçtığım bir gölge kadar da silik
bir donatı tümden gelen hak edişlerin tekeline sığamazken yine de sığındığım
tek kudret.
Geceleri mademki katık
yapmışım hüzne ve mademki hiçliğin hıçkırıklarına boğulmuşum ölsem ne gam bu
saatten sonra… Dememe ne hacet, yeter ki iz sürdüğüm anlık bir hezeyandan arda
kalan savruk bir tümcenin en gizli öğesi olayım. İnsanlığımı sorguladığım kadar
sorgulandığım, sevgiye meylettiğimden öte nefreti kucaklayanlara inat tüm
kanıksadığım.
Anlık bir aşktansa
ömürlük bir yoldaş…
Günü birlik bir
mutluluğu yok saymak belki de en akıl karı yeter ki kaybolduğumu rüyalarımın
tek varisi olsun sessiz kimliğim ve kanıksanan en muhalif obje çoğunun gözünde.
Sırra kadem basanlara
inat, tüm mücadelemden arda kalan…
Gözden düşen üç beş
yaşı yok sayanların en sancılı birlikteliği belki de isyan addedilen o gönülsüz
muhabbetlerde kaybolan adsız malikleri yalan beyanatların ısrarına yenik düşmüş
bir muhalefetin ayak izinden ibaret iken onca söylence.