Ömür çaldıkça yıllardan bizler mırıldanırız o çalan şarkıyı:

Hani güftesi kayıp makamı hüzün

Bir nakşederken ölgün düşleri

Teferruat aslında

İçine yığdığımız gönül.

 

Yorgun ve ölgün bir ömür ise size bahşedilen yine de şükürdür düşen avuçlarımıza ve yankısız hüzünlere.

 

Hüzün… Bir mermi kadar hızlı bir rüya kadar belirsiz belli ki bir teferruata tekabül eden gizem yüklü bir tahakküm.

 

Notaların kırılganlığında ve sessizliğinde o yeknesak harflerin bir imgeye rast gelmek nasıl da olası. Bir anda ve yokluğa hibeli iken harcanan zaman hele ki kırılganlığında notaların peyda olan o eşsiz devinim hele ki içine sığdıramadığımız bitimsiz arzular ve avuçlarımız şükür dolu. Nasıl olmasın ki? Mademki ulaşmışız yeni bir güne varsın kıvılcım nüksettin adını her andığımızda ömrün…

 

Hayatın kıyısında ya da en dibinde ve cebelleştikçe pek çok anlamsızlıkla ne düşüyorsa payımıza…

 

Bir detaysa yaşanan ya da genele tekabül eden o sırnaşık hüzün ise yağan ve damıtan günü mutlandığım bir çehre arzu ettiğimiz ışığı devingen bir yörüngenin kim bilir hangi ekseni soludukça aşk’ı soluklandığımız bir düşün perde arkası.

 

Anlık teamüllerde dokunaklı bir şarkı iken nükseden, payidar bir üzünce mahal vermek adına da olsa soluklanıyorum izbelerde: görünmezlik iken çektiğim perde derbeder bir tahakküme yenik düşmek pahasına da olsa sivriliyorum, sivri bir yadsımazlıkla yok sayıldığım bir gönülde, yer bulmak adına debeleniyor hünkâr imgelerim.

 

Bir azalıyorum bir çoğalıyorum ve ölüyorum günbegün, derken demleniyorum saniyeler ile ifa ettiğim bir ömrün kıyısından, selam verirken uzak yolların uzak yol kaptanlarına. Ve demli gölgeler alıyor yerini payidar yalnızlığıma ve maneviyata kaptırmışken ruhumu, terk ediliyorum bir kez daha. O hutbede saklı tüm kırık boşluklar, bu sefer tümleniyorum yorgun bir aşk’tan galip çıkmak adına, sonlandırdığım bir ömrü ödünç verirken kara meleğe…

 

Zaaf yüklü bilinmezlikleri ile kara cübbeli adamlar çömeliyor başucuma ve fısıldıyorlar mütemadiyen: Saplanıp kalmış o mızrağı teğet geçmek isterken düş perisi, kıymete biniyor ölüm ve sıradanlaşıyor hüzün. Bellediğim ne varsa yeniden başlıyorum hayata bir bebek masumiyetinde konuşlanmışken aşka.

 

Hükümranlığında o türemiş tüketilmişliğin ve gıyabında tahakküm yüklü dünlerin, kırık bir can’a teslim etmekse günahları, boyut atlıyor bu sefer devrik ve sefil yalnızlığım. Zihni karışık, ruhu yorgun ve varsıl bir beden hedef belliyor yine de kestiremezken akıbetini bu sefer yitip gitmelere sığınıp, sığamazken yere göğe, sığıyor ufacık bir tabuta.

 

Eşkâli belirsiz kadınlar tünüyor, ucube gölgeler halay çekiyor gömüte sığdırdığımız ne varsa, kıyama duruyorlar ve kıyıyorlar bir kez daha yetmedi kınıyorlar yetmedi kıran kırana ahkâm kesiyorlar, o yobaz yeri geldi mi münafık yetisizliklerine kılıf geçirip, gölgelendiriyorlar depreşen kıskaçlarıyla üstelik aralıksız ve biteviye.

 

Yoksunluğun, o rehavet yüklü ıssızlığında derin bir iç geçirmek nasıl da olası.

 

Kuytularda ve engin bilinmezlikte konuşlanmak bir bakıma yok addedilen varlığımın çeperinde saran ne varsa: Kâh iklimsiz bir sonbahar kâh sayısız soruya tekabül eden onca ikilem.

 

Mağlup geldiğim düş yenilgilerine takılı aklımın hücreleri bir o kadar muğlâk yaşadıklarım ve düşe kalka dost bellediğim ardıç kuşları.

 

Yenik yılgıların, göz çukurlarında saklı tüm bilinmezlik, raptiyelediğim o tozutmuş muhalif yergiler, anlama güçlüğü çeken kıyı hayatların sığ ve anlık tefekküründe yığılı.

 

Bir varlığın yoksun kıldığı hatta tahammül dahi edemezken, göz göre göre rehin verilmiş vicdan denen o soyut idamesinde, saklı iken acı ve sakil kırık mızrabı; eloğlu kadar uzak bir tınıda mağlup düşmüş ne çok ketum ve asılsız söylence, hanidir gıybet bellediği tutarsızlıklara sayısız kılıf geçirip, ötelerken aşkı ve yetim ve hicran yüklemişken o mazinin tasavvuruna sığınıp da görmezden geldiği anlık dokunuşunu ömrün.

 

Gömülü ansız tereddütlere sığınıp da; yoksun kılındığım o yoksul sığınağımda ve bir yandan örselenip de tezatlığın boyutsuzluğunda rehin bıraktığı satılmışlığı insanlığın… Bir yol verişe meyledip, bir gölgeye inanıp da, sakıncalı bir yenilmişliği payidar kılmak iken, çıt kırıldım muhafız alayının o alaycı tınısında saklı tüm devingen ve yalıtılmış izdiham.

 

 İmgelerin tezahüründe, iş birlikçi korunaklı edimler; bir bir elerken, kıyama durup satılmışlığın çeperinde haydut ve saldırgan muğlâk yergilerin yanılgısında boyutsuzluğuna inat, zaman denen mefhumun, rücu etmek belki de aslına hele ki asılsız söylencelerin nazarında gündönümüne yakın bir mihrapta, tetiklenirken üzünç yüklü o rüya izlek, içinde damıtılmışlığın beyan ettiği o demli ve vakur yalnızlık kadar yüksüntü yüklü sıradanlığın izdüşümünde payidar kılmak aslını ve cismini.

 

Rabıtalar nasıl da engin, hele ki rakımı; yersiz yurtsuz türevinde gölge yetilerin, yetim kalmış arzu haline sığınırken düş kâfirleri: nedensiz ve asılsız sıradanlığına sığınıp, fark addedilen farkındalığın çukurunda batmak en derine ve saf tutan imgeler soyutlarken, hanidir iz sürdüğü kötülük, bir tereddüde dahi mahal vermezken, ıslık çalarken devinen çark: med-cezire yenik düşmüş gün ışığında parlayan umut taneciklerine sığınıp, kollamak masumiyeti tüm berraklığı ile azat etmişken rehin tuttuğu yenilmişliğini.

 

Süslü sakıncalarında o yalıtılmış gök kubbenin, rahvan gölgelerle vuku bulan söz öbekleri.

 

Kanıksadığı mizacına atıfta bulunanlara nazire edercesine tetiklerken gönül ışığını, o bilinmezliği yürek notasının: tik tak tik tak, demek kadar yeknesak da mı boyutsuzluğunu siper etmekte aşk’a meyleden hutbeler? Hele ki konuşlandığı zafiyetinde belki de yüksünmekte o asılsız ve tınısı olmayan sekizinci nota.

 

Kırık bir mizacın tefekküre bağdaş kurduğu koynunda, soluklanmakta aşk ve gönülden sevdalı o yüklü bulutlar: belki de bir edimde hayat bulacak tabiat, gönül vermiş olsa da yalnızlığın izbelerine gizlenmiş tarafsızlığına meleklerin, derinde nüksetmekte o sessizlik…

 

Belki yalıtılmış bir sakınca belki de gölgelenmiş bir tasavvur yoksa hiçliğe odaklı bir yoksunluk mu hele ki gönül bir kez çıkmışsa yoldan.

 

İşte tezahürü gök kubbenin ve işte cevabı yine bulutlarda saklı: ne hoş bir izlekti oysa gün ışıyıp da gölgeler dağılmışken. Ve işte yeniden vuku bulan karanlığa nazire edercesine, yeryüzü günahlarından ve kabahatlerinden arınma arzusuyla yağmura teslim olmuş ve oluk oluk ağlıyor gökyüzü, hele ki hüzün yüklü melekler bile saf tutmuşken…

 

Kıdemli bir sancı ve tek gerçek: sadece sığın kollarına merhametin ve göm maziyi. Asla da dönüp bakma ardına. Olmadı sus yeter ki inkâr etme aslını. Yeri geldi mi çağla. Sanır mısın ki, yüreğin isi sonsuzluğa meyledecek? Sanır mısın ki huşu içindeki masumiyet hep terk edilmişliğin kuytularında hüküm sürecek?

 

İşte mercek.

 

İşte hutbe.

 

İşte o serpinti, mizacı aşk ile yontulmuş bir anıta sığınırken insanlık ve yenilgi.

 

Bir biri ardına, havayı saran o buğulu belirsiz rengin tınısına gizlenmiş bir rehavet kadar yoksunluğu bertaraf eden öznel bir yanılsama.

 

Zamanın çizelgesine sığdırdığımız o sonsuzluk kadar baştan çıkarıcı ve gölgelense de aslı, saklı yine de gizil nüktedanlığında tüm kayıtsızlığı ile baştan çıkarken zaman ve mekân. Bir yakadan diğerine seğirtmek aslının inkârı ile çelişmekte mütemadiyen.

 

İnsan ve evren.

 

Evren ve şeytan.

 

Kanıksadığımız ve yalıtıldığımız tüm gerçeklerin izdüşümü: nüansı saklı bir rakımda, hayat bulmaksa tüm amacı umut zerreciklerin, yeniden kovuşturmakta ellerini o bilinmezlik sarkacı.

 

Uzak bir geleceği yakın kılan kader rüzgârı kadar nüktedan bir ürperti sardı benliğini Tanrı’nın ve tüm yoldan çıkmışlığını insanoğlunun görmezden geldi. Kader ile mademki eş güdümlü bir yönerge bellemişlerdi tek bir çapağa dahi mahal vermedi gök kubbe: tüm sıradanlığı terk etti mahremiyet ve saklı geçmişini yok saydı kader.

 

Dokunduğum/uz alın yazım/ız mıydı da acısın en derinde hissetmekti payımıza düşen yoksa terk edilmişliğin kat sayısı mıydı da payidar kılındı ölümsüzlük…

 

Korkularını terk eden evren ahalisi hiç mi hiç yüksünmedi kıyamet kopmazdan önce ve teğet geçti kötülüğü ne de olsa tek bir izlekte kayıt bellemişti itiraflarını hele ki masumiyet taraf tutmazdan önce.

 

Gün dönümü kıbleyi mesken tuttu ve gönlü rehavet yüklüydü gölgelerin: aslını yadsımayan kim varsa geldi yola ve tek gözyaşına dahi kıyamazken, ağladı ilk ve son kez: kefaretini ödediği ve kanıksadığı ne varsa sustu ve can çekişen karanlığın mahal verdiği kötülük ebediyen yol verdi umudun tecellisi eksenine riayet ederken.

 

 

 

( Sekizinci Nota... başlıklı yazı GÜLÜMM tarafından 20.11.2015 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.