Yeni bir ben olmak
adına olmadı uğraşım: Ne dün ne bu gün. Sadece görünmeyen o beni yaşatmak
görünene eşlik ederken.
Külfetini hep
duyumsadım da üstelik hangi mecrada olursa olsun. Külfeti ağır olan saklı
yanımı çıkarmaktan ziyade kabul görme güdüsüyle sarf ettiğim uğraş oldu her
defasında.
Zuhur bulan egomun
kifayetsizliği idi. Doyumsuz bir ego yerine yetinmeyi bilen.
Ya da aç bir nefis
değildi vuku bulan bilakis terbiye etmekle mükellef olduğum.
Komik olan ise çapraz
ateş altında kalıp sayısız kez hezimete uğramaktı keza halen de değişen hiçbir
şey yok. Yokmuş da yeni yeni vakıf oluyorum. Zaman da geçse, asırlar da
yuvarlansa halen biteviye işgal ediyoruz birbirlerimizin ruhlarını. Kabullenmek
yerine muhalif olmak, sevmek yerine sürekli beslenen bir nefret duygusu. Ve ne
yazık ki koşullara, süregelen düzeneğe rağmen aynı yerde sayıyor ayaklarımız
ruhumuzu da esarete gömerken üstelik.
Nefret etmeyi
becerebilseydim keşke ya da sus pus kalmaktansa feryat figan hakkımı savunmayı.
Ne var ki öğretilerim asla ve asla bu doğrultuda yansımadı bana. Farkındayım ve
bir o kadar da bilincindeyim. Hele ki son birkaç yıldır algılarım her daim
nöbette gözüm açık ya da kapalı.
Bazen dolaylı tezahürü
haricimdekilerin bazen de direkt gözümün içine soka soka yansıtılan.
Tuhaf hem de inanılmaz
zorlamakta akıl sınırlarımı. Kabul görmek ya da görmemek kimin tekelinde
olabilir ki. Ya da hangi merci yetki verebilir ki iyinin doğrunun ne olduğuna.
Her şey gayet net ve
ortada. Ne zaman ki düşsek yanlışa illa ki çıkış yolu ararken yükleniyoruz
birbirimize. Ortada suç teşkil eden bir tutum olmasa bile illa ki bir suçlu
yaratıyoruz. Oysa yoktan var eden tek güç var. Ve bizler kim oluyoruz da üstün
kılıyoruz benliklerimizi diğerlerinden. Sonuç itibariyle aynıyız aynı
anne-babadan olmasak bile kardeş değil miyiz. Komik geliyor bu tabir çoğuna ki
farkındayım. Zira kardeşlik, has dostluk gibi mefhumlar sadece TDK’nın tozlu
sayfalarında yer alan tabirler. Ne bir kıstas ne de bir önerge sadece lafta
kalan izafi kavramlar.
Kötümser addedilsem de
bu sadece hayatın gerçek yüzü. Ne pembe bir tablo ne de kara bir evren. Mümkün
mertebe gri oldukça koyultulmuş ve biraz da karanlık. Bu da demek değil ki
umutsuz olacağız ama yenilgiye de hazırlıklı olmalı. Ne tuhaf değil mi? Yaşamak
ve hayatlarımızı idame ettirmeye çalışırken nice hamlelere maruz
kalabilmekteyiz. Bırakınız destek olmayı her nasılsa ve bilinmez nedenlerle
bitimsiz ithamlar ve kuşku dolu sorgular. Oysa hayat bir mahkeme salonu değil. Değil
de adım başı nöbette duran hâkimler ve savcılar yaşama hakkımızı elimizden
almaya çalışan ve aralıksız mücadele verenlere ne demeli…
Sıfatlar ve duygular…
İstekler ve ket vuran
onca engel…
Hayaller ve çalıntı
hayallerle yaşamaya çalışanlar. Bırakınız da herkes hayaline kavuşma arzusuyla
yaşayıp gitsin. Dünya hem zengin hem de ummanlar kadar engin ve sonsuz.
Şüphesiz her birimize de yer var mademki Yaratan’ın eserleriyiz nasıl hak
bulabilmekteyiz esir alırken birbirimizin ruhlarını ve çalarken düşleri?
Çözmek asla olası
değil. ne sosyal bilimlerin engin bilgisi yeter ne de ömür. Bu yüzden bırakınız
herkes kendi yolunda ilerlesin. Ne sınır ihlali ne de hakka tecavüz. Ne nefret
ne kapris. Ne kin ne de öfke. Ne kadar menfi duygu varsa arz-ı endam etmiş ve
biteviye sürgün hayatlar yaşıyoruz. Kolayı zora sokmak maharetmişçesine
verdiğimiz zarar inanılmaz. Somut ya da soyut anlamda sayısız örnek her
birimizin hayatında yer bulan. Menfaatler dünya savaşı çıkarırcasına en tepe
noktada. Ve kesinlikle bir kesişme noktası yok eşref-i mahlûkatın. Sadece ve
sadece öngörüler, yargılar ve koşullanmış zihniyetler ki zihin olma vasfını
çoktan yitirmiş ve inanılmaz körelmiş.
Tüm göreceli
kavramların canı cehenneme.
Tüm yargılar da önemsiz
ayrıca. Tek önem arz eden hissettiklerimiz ve yüreğimizde biriktirdiklerimiz.
Anlayan ya da gören olsun olmasın. Kabul görmek ya da dışlanmak hatta yok
sayılmak. Nereye kadar ya da sonsuz mudur ömür diye addettiğiniz?