Muhalif ve öngörüsüz
öte yandan her şeye muktedir ve saplanmış saplantılı bir yandan ket vuran…
Göreceli de değil asla
olabildiğine açık bir seyir ufkun enginliğini tıkayan…
Sakıncalı mı saldırgan
mı,
Yoksa gizli saklı ve
hezeyan içinde
Titrek gölgelerin korkak
suretleri
Olduğundan alabildiğine
farklı.
Belki tuhaf bir
betimleme ama mazoşist tutum mudur bunu ibraz eden yoksa iç sesimin yüksek
hacimli seyri midir dalga dalga yayılan.
Asla ve asla bir
serzeniş ya da sıkıntı değil yansıyan her ne kadar olabildiğince şiddetli esse
de dört bir yandan ve asla bir isyan da değil. Belki de alışkanlığın ve
vurgulamanın tonudur peyder pey değişiklik gösteren.
Ne bir delil ne de bir
ispat arz etmekte zira yetkili merci her şeye vakıf. Bu bağlamda ne kabul
ettirmek kaygısı mevcut ne de telaşı bitimsiz kuyruklarda yer kapmak adına. Ne
de olsa istikamet de belli kontenjanı da düzeneğin.
Sayısız insan gelip
geçmiş iken bir eksik bir fazla ne değişebilir, deme hakkına sahip olunmamalı.
Ya da tutanaklarda kayıtlı günah ve sevaplardan dolayı ne hak yemeli ne de
önceliğe sahip olma güdüsü kollanmalı.
İştigal edilen her ne
ise ya da her kim ise oyun dışı bırakmaya meyilli bir o kadar durup düşünmeli
de hakkaniyetin yaşamla eş güdümlü işleyip işlemediğine.
Belki ezelden bu yana süre
gelen belki de bariz bir sonu ve sunumu olmayan yargı ve hükümler bir nebze de
olsa etkin olmaya çalışıp edilgen kılmaya çalışırken raydan çıkmış düzenin de
bir söz hakkı olmalı en az mazlumun çektiği ıstırap kadar ve tabii ki pay
sahiplerine düşen sevinç ve nefsin çektiği ziyafet.
Nasıl bir masa ki bir
kuş sütü eksik. Nasıl bir masa ki aşka gelmiş hakkaniyetten nasiplenmemiş
egolar ve yüklü vicdanlar.
Biraz ondan biraz
bundan hatta her birinden mi tatsam düşüncesi eşlik ederken doymak bilmemekte
masada oturanlar hiç kalkmayacaklarmışcasına ve sonsuzluğa nail
olacakmışlarcasına.
Kılık kırk yaran kim
kaldı ki ya da pastadan en büyük dilimi hatta tümünü almaya kalkanlar.
Duyguların ve
düşüncelerin an itibariyle hiçbir önemi yok. Çünkü her şeye ve yürek sesine
vakıf o varlık beklemede. Ve görmekte karanlığın aslında aydınlığa çıkan tek
yol olduğunu.
Hüzün mırıldanırken o
ihtiras dolu kahkahalar tırmalamakta kulakları ve şükürler olsun bunca acının
nasıl olup da mutlulukla nihayetlendiğine. Elde değil ama eninde sonunda çıkış
yolu kendini belli ediyor.
Rahatın rahatsız eden
ahengi bir anda kavisli bir yolda şaşırtabiliyor da. An değil ki mühim olan. Bu
gün değil ki tek kaygı. Ya bir saat sonrası ya yarın ya yarın hiç gelmezse ve
potansiyel devinim ile yok olursak. Ölümlü kullar değil mi sonsuzluğu
garantilediğini sanan. Yoksa sonsuzluk da mı göreceli hiç gelmeyecekmişcesine
ya da hiç var olmamışcasına.
Akla zarar. Yarası olan
gocunmalı derken mümkün mertebe tahakküm altına alınmak isteyen özgür iradeler
korunaklı dünyalarından firar etmeden yine alt üst olmadı mı o belirlenmiş
strateji. Ne de olsa emir büyük yerden ve garantisi yok ne anın ne insanın ne
varlığın.
O uyumsuz ikili, beden
ve ruhun kurduğu ortaklık her zaman muhalif ve her zaman yorgun bitap düşmüş dörtnala
koşarken istikameti bilmeden ve tahmin dahi edemeden.
Belki dediğimiz her an
ve keşkeler yine de bitimsiz monologlar duyulmadan süre gelen. Yine de devam
yola.
Sırra kadem basmadan
neyi gördük ki gönül gözüyle ya da hangi fısıltı çalındı kulağımıza. Bir o
kadar bas bas bağıran vicdanların sesini bastıramamışken. Kıyametin tecellisi
de bu değil mi: Hep susturulmuş ve yok sayılmış bir vicdan her daim varlığından
hicap ettiğimiz ve görmezden geldiğimiz.
Neyiz ya da kimiz?
Önemli mi sahiplendiklerimiz sahip olamadıklarımızın arzusu ile dört dönerken…
Belki ya da asla…
Hep, hep derken bir de
bakmışız ki hiçliğimiz içinde boğulmuşuz çoğalmaya çalışırken bir o kadar
eksilmişiz.
Ne soruların cevabı ne
de görmezden gelinen ne varsa. Hiçbir şeyin önemi yok artık ve olmadı da her ne
kadar farazi bir farkındalığa takılıp kalmış olsak da.
Bitimsiz ve öngörüsüz
insanoğlu sahip olamadıklarının ateşinde kül olmaya mahkûm ve asla yetinmek
bilmeyen…