Peyami Safa, bizim ve bizden evvelki kuşağın entelektüel milliyetçiliğinin başvuru adreslerinin başında gelir. 19. Yüzyılın son yılında doğan Peyami Safa, çözülüşün, dağılışın, kopuşun, sonra kopan parçaların birleştirilmesinin, yeni rejimin, yeni rejimin yenilenmesinin ve onun bin yıllık köklerle irtibatının kendi sanatkâr kişiliğinde kavramsal inşasını bulan bir devir vicdanıdır.

Ziya Gökalp ile başlayan Mümtaz Turhan, Erol Güngör ve Yılmaz Özakpınar ile devam eden milliyetçi organik aydın çizgisinin sosyal psikoloji ilmi çerçevesinde değerlendirilebilecek çalışmalarının belki de yekûnundan fazla bilgilerini romanlarında işleyen bir içtimaî ruhaniyatçı, yahut natura’dan metafiziğe kadar Necip Fazıl’ın “nabzında cemiyetin ben doğum sancısıyım” diye tarif ettiği insan ve toplum ilişkisinde mütemmim cüz olabilen ruh ve bedeni, doğu ile batıyı, mâziyi ve âtiyi, mistik ile rasyoneli, pozitif ile spekülatifi, kolektif olanla kişiseli, kültür ve medeniyeti anlamlı bir görgüde buluşturan, işleyen ve idealize eden yaratıcı entelektüeldir.

Bize lazım olan yaratıcı entelektüelizmdir, entelijansiya değil.

Jonathan Swift İrlanda’da yaşayan bir İngiliz’di ve İrlandalılar onu çok sevdiler. Yazarlar kulübü kurduğu Dublin’de İngiliz yönetimini en kızgın şekilde hicvetmişti. Güliver’in Seyahatleri’nde de A Modest Poposal’da da bu vardır. mezarında şöyle yazıyor: “Burada vahşi haksızlıklar karşısında kalbi parça parça olan bir…yatıyor”

Swift, aydınlık bir kafa. 1745’de öldüğünde İngiliz nesrinin en büyük üstadı idi. Şaheseri: Güliver’in Seyahatleri. Asrın en yaman, en buruk, en insafsız hicviyesi. Don Kişot gibi fantastik romanlar bölüğünde yer aldı. Modern çağın ilk romanı: Robinson Crusoe. Kitab-ı Mukaddes’ten sonra en çok satılan kitap.

Ölü Canlar’ın babası Puşkin değil Cervantes. Gogol Rusya’dan ayrılınca, önce İspanya’ya yönelmiş, İspanyol edebiyatını iyiden iyiye incelemiş. Don Kişot’la Ölü Canlar yakın akraba.

Suç ve Ceza’daki, şeytani veya nefret edilen bütün karakterler, şu veya bu şekilde nasyonalisttirler. Şeytani Suidrigaliov, pratik Luzhin ve aptal Lebetziniakov. Öte yandan hayranlık duyulan kimseler ise, genellikle, hislerinin tesiri altında hareket eden insanlardır: Pulcheria, Dovnia, Razumuhin ve Sonia.

Şayet okuyucu, Dostoyevski’nin teolojisini kabul edemezse hiç olmazsa, onun psikolojisine hürmet etmelidir.

“Roman bir burjuva destanıdır. Orta sınıfın ortak değerlerini bireyin tecrübesi içinde somutlaştırmak için kullanılmış edebî bir çeşittir. Büyük trajedi, aristokratik bir toplumun inançlarına ifade kazandıran dramatik bir sanat şeklidir.

Büyük trajedi, platonik felsefenin insan kavramını benimser. Büyük trajedide büyük kahraman, insan olarak sınırlılığına rağmen, maddî varlığının aldatıcılığından kurtulur, ilahî arketipine benzer ve büyüklüğüne rağmen sınırlılığından kaynaklanan trajik düşüşünden mesul olur.”(Sevim Kantarcıoğlu, Edebiyat Ortamı sayı:12)

Yunan’da edebî metinlerde karakterimiz tanrı insan tipiyse, doğuda cin, şeytan, tılsım vesairedir.

Cemil Meriç “roman Avrupa’dan gelmiştir. Bizim iklimin ağacı değildir. Millî gövdeye yapılmış bir aşı..”

Destan başka toplumu yansıtır, roman başka toplumu. Yunan edebiyatında bize benzeyen insaları canlandıracak bir tür yok” diyor Aristo. “Destanla trajedi bizden üstün kimseleri terennüm eder. Komedinin kahramanları ise bizden aşağı kişilerdir.” Demek ki bize benzeyenleri anlatan yalnız roman.

Psikanalizden astronomiye kadar her konuya açık roman. Bu serazad ve serseri türün tarihini çözmek kolay mı? Tarifini bile yapamıyoruz. Karışıklıktan kurtulmanın yolu, romanları üçe ayırmak: serüven hikâyesi, sevda hikâyesi, fantastik hikâye.

“Romanın her türlü hürriyeti var. Öteki nevilerin ele almak istemediği veya alıp da işleyemediği ne varsa romanın malı. Bir zaman edebiyatın bütününü yapan her nev’i bünyesine katıyor: destan, hiciv, panfle. Edebiyat yetmiyor, ilimlere de el atıyor. Tahlil, teşrih, terkip, faraziye. Bazı romanlar poem, bazıları ders kitabı. Psikoloji, iktisat, sosyoloji… her ilmin son çalışmaları açık romancıya. Froydcu, Marksçı, Niçeci. Dilediği izmin bayrağını taşıyabilir. Proust, Joyce’un ilim dünyasına kattıkları… zaman zaman tarihin yerine geçer roman.

Çağdaş roman bütünü kucaklamak sevdasında. İlk Balzac. Sonra Galsworthy, Thomas Mann, Marcel Proust, Jules Romains kâh psikanaliz, kâh tarih felsefesi.”(Cemil Meriç, Kırk Ambar, Ötüken, İstanbul 1980,s.80)

 Kıssadan hisseler mecmuası: Don Kişot

Feodal toplumdan kopmaya katlanamaz bir türlü. Rüyalarının dünyasında yaşamak ister. Ama çağ, başka bir çağdır artık. Düşman bir gerçekle karşı karşıya.

Gerçeği kavramanın yolu: akıl ve tecrübe. Don Kişot bir buhranın kitabı, inançlarından kuşku duymaya başlayan bedbaht bir insanın hikâyesi.

Dinî kitapları okuyarak eyleme geçmekle, şövalye romanlarını okuyarak eyleme geçmek aynı şey değil mi?

Upanişad, İncil, Kapital. (Cemil Meriç, Kırk Ambar, Öttüken 1980, s.103)

İlk roman Cervantes’in Don Quixote…

“Sancho, şövalyeliğin gerektirdiği ‘saray’ konuşma tarzının bazı kısımlarını öğrenirken, Don Quixote de halk ağzı ile, atasözleri ile konuşmaya başlıyor. Tartışmaları da, orta çağların edebî türlerinde sık sık başvurulan bir diyalog şeklini debat du corps et coer’u (ruh ve vücut diyalogu) akla getiriyor.” (A.H. Less, 100 Büyük Roman, çev.N. Muallimoğlu, Ötüken, İstanbul 1980)

Ganivet, Don Kişot’u şöyle anlatır:

“Her kavmin gerçek veya muhayyel bir kahramanı var. Bu kahramanda kendi vasıflarını somutlaştırır kavim. Çeşitli sınavlardan geçer, hakikî çapını gösterir. Soyunun çapıdır bu. Yunanlının hası: Ülis.

İspanyolların Ülis’i Don Kişot’tur. Anglo Sakson Ülis’i Robenson, İtalyan Ülis’i: Dante-İlahi Komedya, Alman Ülis’i Doktor Gaust. Bizim Ülis’imiz kim?”

Don Kişot’tan Kafka’nın Şato’suna kadar uzanan batı romanı içinde karakter yaratmak Ülis’i aramakla mı oluyor acaba?

“Don Kişot kitaplarını yakar, Kafka kendini.

Ümitsizliğe düşmez Don Kişot

Dünyayı değiştirecek büyülü sözü bulamamıştır ama hiç değilse çevresinde, dilin berraklığını, yerindeliğini, saflığını konuşmaya çalışır.”

Bernardin de Saint Pierre’nin Pol ve Virgini adlı romanı da …

“Düşüncesinin kaynakları Robenson Kruzo. O da çağının ahlâk anlayışına düşman. Altın çağın mazide kaldığına inanmış. Eski zaman özlemi içinde. Geleceğin  cazibesine kapılırsak, hürriyet dünyasından uzak kalırız. Çocukluk çağlarının saflığına, varlığın temel birliğine dönmeliyiz. Bernardin bir hayalperesttir. Arkadya çobanlarının yaşadığı çağa dönmek ister hep.”(Cemil Meriç age)

“Hangi roman olursa olsun, yazarın dünyasına derinden bakmak iyi olur. Çünkü roman sanatkârın ferdî görüşüdür, realitenin, onun üzerinde bıraktığı doğrudan izlenimdir.

Romanın başarılı olmasının ilk şartı, karakterlerinin hakikî olmasıdır.

Bunun, belki başlıca sebebi, bir romandaki karakterlerin, her şeyden önce bizi teselli etmemeleridir. Biz ki bu gayri mükemmel dünyada bırakın başkalarını, kendimizi pek anlayamayız; romancının dünyasında, ‘daha fazla anlaşılabilen ve böylece, insanlar hakkında, gizli, görünmeyen hakikatı anladığımız hayaline kapılarak huzura kavuşuruz.” (Abraham H. Less, 100 Büyük Roman, çev. N. Muallimoğlu, Ötüken, İstanbul 1980)

“Edebiyat hep başka şeyden söz açar. Onda iki dünya vardır: Bilinen dünya ve gerçek dünya. Bunlardan birincisi görülebilen dünyadır, ikincisi ise önemli dünyadır. Romancının görevi arabuluculuktur.

Görünen -belki de tümüyle boş, anlamsız olan- şeyleri tasvir ederek, onların arkasında gizlenmiş ‘gerçeklik’i yansıtmak. (Yeni Roman A. Robbe-Grillet, çev. A. Bezirci, Yazko, İstanbul 1981)

“Gerçekçiliğin bütün görevlerini yüklenmiş Yeni Edebiyat, toplumsal konulara yönelirken A.H.Tanpınar, uygarlık değişimindeki birey sarsıntılarını konu alan sosyo-psikolojik bir eserle görünür: Huzur(1949), Saatleri Ayarlama enstitüsü(1961)

A.Şinasi Hisar yaşanmış ve yitirilmiş eski dünyanın anılarına dayalı bambaşka bir tad getirir roman alanına.

Psikolojik ögelerden toplumsal dengesizliklere atlayan çözümleyici eserleriyle Peyami Safa, romana başka bir boyut getirir. Devrimler sonrasında yerini bulamayan Türk insanının, ilkeler ve manevi inançlar arasında bocalayan dramını vermeye çalışır. Bu servet-i fünun döneminden beri insanımızın yaşadığı sarsıntıdır. Kişisel mizacının sürekli arayışa düşkün tutumuyla bu toplumsal dengesizliğin sancılarına eğilir, onu Ahmet Hamdi Tanpınar izler.(Rauf Mutluay, 100 Soruda Türk Edebiyatı, Gerçek, İstanbul 1969)

Türk edebiyatında ilk roman dediğimizde batılı anlamda ilk romanı kastediyoruz elbette. Ne sözlü edebiyatımızdaki destanlar, masallar, hikâyeler, 1001 Gece Masalları, ne anlatı türünün diğer örnekleri, ne asırlarca roman yerine okuduğumuz (Türk olmanın Yahya Kemal’e göre vasfı Mesnevi okumak, pilav yemek ve savaşmak) Mesnevi roman olarak sayılmaz bu anlamda; fakat batılı ilk romanların 1001 Gece Masallarından yahut Mesnevi’den etkilenmediğini söyleyebilir miyiz?

İlk romanımız Tanzimat dönemiyle teşekkül ettiyse burada da iki isim var: biri Namık Kemal, diğeri Ahmet Mithat Efendi… Namık Kemal’in tarihi roman yazma cehdi yüklendiği tarihi görev bakımından anlaşılabilir bir şey… Gerçek bir inkılapçı olan Kemal’in acelesi vardır ve bu durum, elini taşın altına koyan sanatçı sorumluluğuyla daha estetik ve deruni olabilmesine fırsat vermeyen eserler vermesine yol açmıştır. Ahmet Mithat Efendi’nin hem bulunduğu konum hem de daha fazla zamanı olması onun romanlarını daha roman yapmıştır. İnsanı roman karakteri içine sokabilmeyi amaçlayan ama bunda ne ölçüde başarılı olduğu tartışma götüren Tanzimat dönemi romancılığı daha sonra işgal döneminin, cihan harbinin, göçlerin, milli mücadele ve kurtuluşun, sonrasında da devrimlerin ve yeni toplumun romancılığı ile yeni eserler ortaya koyar. Yeni eserler yeni ve bambaşka merhaleler gösterebilmiş midir?

Mithat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul’u o yılların üç farklı İstanbul’unu anlatması bakımından önemlidir. Sonra Yakup Kadri’nin Sodom ve Gomore’si… Halide Edip Adıvar’ın Handan, Turan, Ateşten Gömlek, Kalp Ağrısı, Vurun Kahpeye, Sinekli Bakkal, Tatarcık, Ülkücü adlı eserleri romantik, çözüm vazeden ve insana dışarıdan bakan eserler olarak o döneme damgasını vurmuştur.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Kiralık Konak, Hüküm Gecesi, Sodom ve Gomore, Yaban, Ankara, Panorama’sı da keza öyle… Fakat herhalde daha güçlü bir kalemdir o. Sodom ve Gomore(1928) Mütareke İstanbul’unu, Yaban(1932) Milli Mücadele köylü aydın ilişkisini, Ankara(1934) Cumhuriyet ve kuruluş yılları insanlarını ele alır.

Refik Halid Karay ile Reşat Nuri Güntekin ise gerçek romancılar olarak üslup ve roman örgüsü bakımından Türk romanının medarı iftiharı olan eserler vermişlerdir. Çalıkuş(1922) Anadolu ülküsünü, Yaprak Dökümü(1930) o ülkücü neslin nasıl harcandığını ve yeni rejimde aile sarsıntılarını konu alır.

Mahmut Şevket Esendal, Ayaşlı ve Kiracıları(1934) ile yeni Türk romanının ufkunu çizmiştir.

Fakat Peyami Safa’ya gelene kadar romancı, insanımızı, etrafında gelişen olayları, döneminin sancılarını yansıtmaya çalışsa da insanı gerçek anlamda göremez, ona nüfuz edemez. Peyami Safa, tıpkı Necip Fazıl gibi kendi eserinin poetikasını yazmıştır. Çile’nin başına yazdığı Poetika’sı ile üstad nasıl bir şiirin peşinde olduğunu kendi tarif etmiştir. Şairin iç muhasebesi, kendine yönelik tenkidi… Peyami Safa da roman yazmaya başladığı 1923 yılından itibaren nasıl bir roman yazma peşinde olduğunu biliyor ve romancılığını hangi istikamette geliştireceğinin idrakinde bulunuyordu.

“Roman fert ruhunun olduğu kadar cemiyetin de aynasıdır. Sanatın ve romanın cemiyetten ayrıldığı doğru değildir. Bilakis bunlar ve bilhassa roman çözülüş halinde bulunan cemiyetlerin fert iştahlarına bölündüğünü gösteriyorsa bütün sosyologların gözlerini dört açtıracak unsurlar ve misaller veriyor demektir.(Peyami Safa, Sanat Edebiyat Tenkid, Ötüken, s.221)

Aynı eserinde roman sanatına dair yol gösterici cümlesi şudur: Türk romanı insanlara baktığı halde insanı göremiyor.”

İnsan ruhunun kapısı önünde debelenen romanımız Peyami Safa ile insan ruhunun içine dühul etmeye, onu kavramaya, gözlemlemeye başladı. Böylece çözülüşün, kurtuluşun ve kuruluşun; sonrasında da inkılapların ve batılılaşma probleminin içindeki insanımızın bilhassa aydınımızın kendi kökleri ve geleneksel olanla görünen ve/ veya içsel hesaplaşmasının dramını takip etme fırsatı yakalarız. Doğu ve Batı meselesi hiç de göründüğü kadar kolay değildir. Eski ve yani, mazi ve ati de… çağdaş ve gelenek arasında da meselenin sosyal psikolojik boyutları çok geniş bir platforma yayılmıştır. Romancı bunları bir bir didikler. Sosyal psikoloji ilminde çalışanlar Türk Düşüncesi’nin şairlerden sonraki mimarlarıdır. Fakat burada Peyami Safa gibi bir romancı ilk ikisinden hiç de geri kalmaz; hatta zaman zaman öne de geçer. Onun romanında konular ve karakterler, artık tek düze roman örgüsünün dışında gelişirler.

“Henüz kanunlarını bilmediğimiz gizli bir otomatizmle, canları istedikleri zaman şuurda belirip kaybolurlar, yahut mensup olduğumuz cemiyetle iç ben’imiz arasındaki tahlili imkânsız alış verişin sırlı şartlarına uyarlar.

Müşahede muhayyele ile evlenecektir. Hatıraların yanı sıra bir sürü hayaller de peyda olur.”P.Safa, Tasvir-i Efkâr 1943)

15 Haziran 1961 yılında kaybettiğimiz Peyami Safa, 62 yıllık ömrüne koca bir külliyat yığdırdı. Server Bedi ismi altında yazdığı popüler romanlar bile bugün edebi metinler arasındadır. Onun dışında da sosyal psikolojik romanlarının serüvenini şöyle sıralayabiliriz:

1923 yılında yazdığı iki roman var. Biri Sözde Kızlar, diğeri Şimşek. Her ikisinde de yıllar sonra ustalaşacağı sosyal psikoloji, içtimai ruhaniyatçı vasfının ilk nüvelerini yakalıyoruz. 1930’da yazdığ ı9. Hariciye Koğuşu tam anlamıyla yeni roman.

Mehmet Âkif’in ve Ziya Gökalp’ın ve her ikisinin önderi Namık Kemal’in şiir ve yazılarında çağdaş insanın iç ben kaygılarını bulamazsınız. Fakat sanat biraz da o değil midir? Şiirde iç ben, iç benin psikanalizi, ferdin hafakanları, cemiyetin ruhu ile insan ruhunun ittifak ve çelişkileri, denge ve dikotomileri nerede? Necip Fazıl işte Mehmet Kaplan hocamızın vuzuhla belirttiği gibi şiirimizde eksik olan iç beni yakalayan şiir dönemecidir. Nasıl ki Necip Fazıl’ın şiirimizde böyle bir işlevi var, Peyami Safa da romanda odur. Romanımızda eksik kalanı keşif ve onda bilinçle eser verme ona nasip olmuştur.

Fatih Harbiye 1931 yılında neşrolduğunda bu iki semt adının ardındaki derin çatışma ve ilişki aynı zamanda kuşaklar ve cinsiyetler arasındaki çatışma ve ilişki bakımından da irdelenir.

Gerek Fatih Harbiye, gerek ardından 1933’de gelen Bir Tereddüdün Romanı, 1949’daki Matmazel Noraliya’nın Koltuğu, 1951’de basılan Yalnızız ve 1959’da yazdığı son romanı Biz İnsanlar millet, milliyet, eski -yeni, doğu -batı, mazi -ati, modern- gelenek arasında gidiş gelişler yaşayan bizden önceki nesiller ve bizim nesil için birer başucu kitabı oldular ve her birimiz o romanlardaki kahramanların yerine kendimizi koyduk.  Süleyman ile Necati tartışırken, Nüzhet ile Doktor Ragıp’ın yahut Vedia’nın batı hevesleri karşısında acemi âşıklar olarak göstermeğe çalıştığımız dirençlerin, saf milliyetçi hislerin, bilinçli inşaların arkasında Peyami Safa’nın romanları var.

O küçücük romanda 9. Hariciye Koğuşu’nda hasta genç, Âkif’in Safahat’ındaki Hasta şiirindeki Halkalı gencine ne kadar da benziyor. Ben Akif’in Hastası ile Peyami’nin Hastası arasında bir derin münasebet her zaman bulurum. Hasta, çelimsiz, mağlup, yorgun çehreler, vücutlar yine de derin bir direncin ve sarsılmaz bir iradenin, yıkılmaz bir imanın ve vazgeçilmez bir aşkın takipçileridirler, bazen de sahibi…

“Büyük bir hastalık geçirmeyenler, her şeyi anladıklarını iddia edemezler.”

Bugün bir tek gün 12 Eylül gadrine uğramamış, hiç çile emaresi taşımayan insanların hürriyet aşığı olabilmeleri öyle kolay mı?

“Yeşillikler arasında bahçıvanın kambur sırtı. Hâlâ aynı noktada. Bir nebat, bir toprak parçası üstünde ne ısrar!

Arkamda bir şehir kaçıyor. Dizlerimde kerpeten. Hastalık ve tabiat. Çamların arasında beyazlıklar. Bünye! Bünye! Sizin için her şeyden evvel bu.” 

Doktorların da elbisesi beyazdır ve sevdiği ama açılamadığı kız da beyazlar giymiştir. Doktorlar iki çeşit. Ragıp, batılı, Nüzhet’i Berlin’e götürme vaadinin sahibi doktor. Kurtuluş orada mı? Hastanın da tedavisi ondan mı? Bir de diğeri var bizim doktor.

Bahçıvan, bitki, toprak…

Şehir, hasta ve bünye…

O mu şehirden kaçıyor, şehir mi ondan? Kendisi ile birlikte cemiyetin hastalığı… çözüm, tedavi nerede?

Bahçıvan niçin aynı noktada? Yoksa geleneği temsil eden ve bir nebat, bir toprak parçası için ısrarcı olan bizler hangi statükoyu temsil ediyoruz?

“Felaketimizi başka biriyle taksim etmek saadettir, fakat analarla değil, annelerle değil.

Annelere anlatılan kederler taksim değil, zarpedilmiş olur: çocukların felâketini iki kat şiddetle hisseden anneler, bu ıstıraplarını çocuklarına fazlasıyla iade ederler; böylece keder anadan çocuğa ve çocuktan anaya her intikal edişinde büyüdükçe büyür.”

Ana ile çocuk ilişkisi ve kederin bu iç döngüsü millet ve devlet arasındaki aydınımızın bir türlü akıl erdiremediği bunalımların müsebbibi olsa gerek. Hâlâ aynı keder paylaşımında değil miyiz?

Doktor Ragıp, Paşa ve Nüzhet üçü de batı yanlısı kafalar. Fakat hastamız üçüyle de hısım akraba… Bu ecnebi okullarda tahsil görenler yüzünden o okulları yakası gelir kahramanımızın.

Berlin…

Ancak altı ayda bir tren var ve kaçırmamak gerek.

Nüzhet’in cevabı hastamızı derinden bir kez daha yaralar:

“Serbest olsaydım Berlin’e kadar giderdim.” Artık Erenköy’den bıkmışlardır. Berlin boşuna değil. Doktor Ragıp onu evvelden terennüm etti.

“Berlin’e gitmek elinde olduğunu söyledim. Neyi ima ettiğimi anladı. Sustu. Belki de bu bahsi açması bana bu darbeyi vurmak içindi.”

Bir hastanın doktor cepheleri, mazi ve atinin, gelenekle yeninin bir sosyal ve psikolojik boyutlar halkasıyla iç tartışması ve ortasında sevgili… muhayyel ve gerçek…

Son kitabı Biz İnsanlar’da ise Necate ile Süleyman’ın ideolojik mücadelesi… seviyeli, anlaşılabilir, gerçek ve muhayyel… muhayyel olan da o kadar gerçek…

Vedia’nın etrafındaki erkekler… kadının iç sarsıntıları, aşktan umdukları ne varsa var… bir de Mustafa ve İclal’in lafa ihtiyaç duymayan saf ve geleneksel aşkları. İbret olsun Vedia’ya…

“-İşte Vediacığım sevmesini bunlar biliyorlar. Susarak sevmesini. Erkek susar. Kadın da.. Beni seviyor musunlar yok. Maziden ve istikbalden şüpheler yok. Emniyet yüzde yüz.

Mustafa eşikte. Sessiz. Dil dökmüyor. Dil olmayan yerde yalan olur mu?

Sevmesini bunlar biliyorlar.

Günde on defa Chopin çalsan bunu onlar kadar anlayamazsın.”

Bu sahne o kadar Peyami Safa okuyucularını sarmış sarmalamıştır ki, artık onlar da zaten tabiatları icabı olanının izini sürmüşler ve sessiz aşklara iltifat etmişlerdir. Yalan olma ihtimali bol olan laf zinciri yerine bakış, itimat, hakikatin dili yani…

Vedia çağdaş kadın tipi… içinde eskiye ait birkaç kırıntı taşısa da yanlış anlaşılan inkılapların eseri… Necati onu da Süleyman’ı da anlıyor.

“En güç şey insanlara şahsiyet izafe etmektir. Hiçbir karakter dünyaya iki defa gelemez.

Terkibi ve muvazenesi bozulmuş ruhlar…

Hiçbir kadın kendisine karşı en küçük bir alakaya karşı alakasız kalamaz.

Vedia’ının vaziyeti alakasını tesbit edememektir.

Hiçbir ideal, ahlâk, telakki, kıymet yerli yerini bulamamış, her şey sallanıyor.”

Peyami Safa’nın romanlarındaki karakterler o kadar gerçek ki, bugün de yaşıyor… çünkü o insanın içini görüyor. Bugün de idealler, ahlâk, telakki ve değerler yerini buldu mu? Sallanmıyor mu?

Süleyman’ın şark milletlerinin içine düştüğü hali yorumlaması ve emperyalizmin yapıp ettikleri karşısındaki isyanları Necati’nin de ittifak ettiği şeylerdir lakin o hakikatin büyüsü karşısında daha temkinlidir.

“Hakikat insanı büyüler ve onun açtığı kapıdan içeriye bütün yalanlar kolaylıkla girer.”

Bu söz ne kadar müthiş bir hakikattir ki bugün de sarmalıyor bizi.

Hakkın hakikatin davacısı olduklarını zannedenlerin büyülü trafiği kim bilir ne kadar yalanı da peşi sıra hayatımıza ve ilişkilerimize sokuyor.

Farkında mıyız?

Aramızdan ayrılışının 50. Yılında Peyami Safa, yeniden okunmalı ve anlaşılmalı. Zira 50 yıl geçmemiş gibi… Sosyal psikolojik bünyemiz (bünye… bünye.. bizim için her şeyden evvel bu) aynı hastalıklarla boğuşuyor; modern ile klasik, eski ile yeni, batı ile doğu, hakikat ile yalan ilişkisi aynı çapraşıklık içinde.

Bugün belki de eskisinden daha ziyadesiyle hakikatin gölgesinde yalan var.

 

Dr. Lütfü ŞEHSUVAROĞLU

( Ülkücü Romanın Mimarı: Peyami Safa başlıklı yazı Şehsuvaroğlu tarafından 30.07.2012 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.