Sahte Gerçekler

SAHTE GERÇEKLER

(İlyas Kaplan,İlahiyatçı,Araştırmacı,Yazar) 

Gerçek ve hakikat; hakikat,nesnel gerçeğin düşüncedeki yansımasına denir. Gerçek ile hakikat aynı şeyler değildir. Gerçek nesnel varoluşu, hakikat ise bu nesnel varoluşun zihnimizdeki öznel yansımasını dile getirir. Örneğin elimizde tuttuğumuz bir kalem gerçek, onun zihnimizdeki yansıması hakikattir. 

Hakikat, gerçeğin kendisi değil, yansımasıdır ve düşünce ile nesnesi arasındaki uygunluğu dile getirir. Hakikat ile doğruluk ise birbirine bağımlı fakat aynı şeyler değildir. Doğruluk mantık  kurallarına hakikat ise nesnel gerçekliği dile getirir. Hakikat, nesnel gerçekliğe uygunluğu gerektirdiği gibi nesnel gerçekliğin belli ilişkilerine de uygunluğu, eş değişle mantıksal uygunluğu dile getirir. 

Var olanlar gerçek olarak ileri sürüldüğü gibi, bunu olanaksız gören ve gerçekliği bir tür tasarımların parçası olarak değerlendirilen eğilimler de vardır. 

İslam düşüncesinde, bir mantık terimi olarak hakikat (el-hakīkatü’l-akliyye) düşüncenin dış dünyadaki nesnelere uygunluğunu ifade eder. Nitekim aynı mantıkî anlayışla hak terimi de “bir önermede hükmün gerçekle örtüşmesi” şeklinde tarif edilmiştir .

Genellikle bir şey hakkında sorulan “nedir?” sorusunun cevabı o şeyin hakikatini ve dolayısıyla tanımını ifade eder .Kindî, her tanımlananın hakikatinin tanımda bulunduğunu belirtir. Çünkü bir tanımda tanımlananın hem sûreti hem unsuru hem de illeti mevcuttur .

İslâm felsefe tarihinde hakikat daha ziyade ontolojik bir kavram olarak ele alınmıştır. Bu açıdan Fârâbî “şeyin hakikati”ni “bir şeyin kendine özgü varlığı” diye açıklar. Benzer bir yaklaşım, hakikat konusuna ilk defa metafiziğinde önemli bir yer veren İbn Sînâ’da da görülür. Ona göre her şeyin bir hakikati vardır ve o şey bu hakikatle kendi kendisi olur. 

Gerçeği nasıl tanımlarsın? Eğer sadece hissedebildiğin, koklayabildiğin, tadabildiğin ve görebildiğin şeylerden bahsediyorsan, o zaman “gerçek” sadece beynine iletilen elektrik sinyallerinden ibarettir.” 

Şimdiye kadar belki parça parça kulağınıza çalınan ama muhtemelen derli toplu olarak bir arada duymadığımız bütünlüklü deneyimleri okuyacağız.İçinde yaşadığımız gerçekliğin neden “gerçek olmayacağını” bütün yönleriyle masaya yatıracak ve bu gerçekliği yaratan zihnimizin “neden böyle çalıştığını” bambaşka bir açıdan görme şansı yakalayacağız. 

Gerçeklik , gerçek olarak var olan şeylerin tümünü ifade eden bir kavramdır. Geçmişte bu kavram üzerinden birçok farklı ya da karşıt felsefe akımları ve okulları ortaya çıkmıştır.

Tarih boyunca Allah (c.c.), insanoğlunun sürekli bozulan gerçeklik algısını düzeltmek için peygamberler göndermiştir. İlk yaşadığımız gerçeklik algısı bizi cennetten uzaklaştırmıştır. Şeytan, yalan söyleyerek olmayan bir durumu varmış gibi göstererek aslında gerçek bu diyerek Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın gerçeklik algılarını bozmuş, gerçeği görmelerine engel olmuş ve cennetten çıkarılmalarına sebebiyet vermiştir.

Bir diğer örnek, Firavun’dur. Firavun ilah olduğunu iddia etti. Etrafına topladığı büyücüler ve onların yaptığı büyülerle insanların gerçeklik algısını bozarak kendisine inanmalarını ve itaat etmelerini sağladı. Büyü ile yaptığı şey şeytanın Hz. Âdem’e (a.s.) yaptığı gibi gerçeği saptırmak, olmayan şeyleri varmış gibi göstermekti. Sadece yöntem (büyü ve büyücülük) farklılaşmıştı. İnsanların gerçeklik algısı bozuldu ve sapkınlığa düştüler.

Allah (c.c.) gerçeği göstermek ve insanoğlunun bozulan algısını düzeltmek için Hz. Musa’yı (a.s.) peygamber olarak gönderdi. Hz. Musa’ya (a.s.) bahşedilen mucizeler sayesinde Firavun’un büyücülerinin büyüleri yok oldu ve insanların, hatta büyücülerin bile gerçeklik algıları yeniden düzeldi. 

Nihayet, kız çocuklarını kendi elleriyle diri diri toprağa gömerek öldüren babaların bozulmuş olan gerçeklik algılarını düzeltmek ve kendisinden sonra kıyamete kadar gelecek bütün insanların da bilinçlerini korumak için Allah Azze ve Celle, Efendimiz Muhammed Mustafa’yı (s.a.s.) bizlere gönderdi. Bununla birlikte gerçekliğe yapılan saldırılar, bir çeşit hak-batıl mücadelesi şeklinde kıyamete kadar sürecektir.

Gerçeküstü gerçekliğin keşfi İnsanoğlu yaklaşık iki yüzyıl önce, 1800’lü yılların başında, makineler yardımı ile görülebilir gerçekliği belirli levhalar üzerine kaydetmeye başladı. O zamana kadar insan için gerçek görüntü denilen şey, yaratılışının kendisine bahşettiği gözleriyle ancak içerisinde bulunduğu ortamda görebildiği şeylerdi.

Fakat 1878 yılında, insanlar tarafından merak konusu olan ve çok tartışılan “Bir at dörtnala koşarken dört ayağı birden aynı anda yerden kesilir mi?” sorusunun cevabı için Eadweard Muybridge adlı bir fotoğrafçı birçok fotoğraf makinesinden oluşan bir düzenek kurdu ve atın dört ayağının aynı anda havalanabildiğinin de görüldüğü bir dizi fotoğraf elde etti. 

Böylece insanın yaratılışından gelen özellikleriyle görüp algılayamadığı bir olay, araçlar kullanılarak kaydedilmiş yani tarihte ilk kez daha önce hiçbir insanın net bir şekilde görüp algılayamadığı bir görüntü görülüp algılanabilir olmuştur. Bu, insanoğlunun “gerçeküstü gerçeklik” boyutuna attığı ilk adım olacaktır. Bundan sonra gelişen teknolojiyle birlikte daha önce hiçbir insanın görmesinin ve belki de hayal etmesinin mümkün olmadığı bir gerçeklik boyutu günümüz insanının rutini hâline gelmeye başladı.

Bizim “gerçek” dediğimiz, insanoğlunun yaratılmış olduğu hâliyle, herhangi bir araç kullanmadan görüp algıladığı dünyayı ifade eder. “Gerçeküstü gerçeklik” ise ifade edilmeye çalışıldığı üzere insanoğlunun çeşitli araçlarla deneyimleyip görebileceği ve algılayabileceği bir boyuttur. Gerçeküstü gerçeklik ekranlardan görülebilen gerçekliktir. Örneğin, daha önce hiçbir insan ateşlendikten sonra namludan çıkan bir mermiyi çıplak gözle görme imkânına sahip olmamıştır.

Bir sinek kuşunun kanat çırpışını görmemiş, bir sineğin gözlerine şimdi bakabildiğimiz yakınlıkta hiç bakmamıştır. “Mış gibi” gerçeklik boyutu Gerçeküstü gerçekliğin görüntülenmesi ve izlenmesi aşamalarında kullanılan aynı araçlarla; üretilebilir, kurgulanabilir, yönlendirilip yönetilebilir, manipüle edilebilir bir başka sahte gerçeklik boyutu daha insanların önüne konuldu; “mış gibi gerçeklik!” Bu öyle bir dünya ki gerçek ve gerçeküstü gerçeklik bu dünyanın yanında devede kulak kalır.

Öyle ki ekranlardan izlenenlerin hangisinin sahte hangisinin gerçek olduğu bile ayırt edilemez hâle gelmiştir. İnsanoğlu bu ölçekte bir aldatmaca, sahtelik, yalan ve büyücülükle daha önce karşılaşmış mıdır bilinmez. Ekranlardan izlenen neredeyse her şey üretilmiş, kurgulanmış, “mış gibi gerçeklik” boyutu kazandırılarak servis edilir. “Gerçeküstü gerçeklik” ile “mış gibi gerçeklik” artık birbirinden ayrılamamaktadır.

Haberler, belgeseller, bilimsel verilerin görselleşmesi, spor, magazin, kadın programları, dizi, film, oyun sektörü, sosyal medya ve ekranla ilişkisi olan daha pek çok şey aslında üretilmiş sahteliğin alanında ortaya çıkmaktadır. Bu sahte gerçeklik boyutu insanları öyle büyülemiştir ki artık ekranlar yeterli olmamakta, “sanal gerçeklik”, “artırılmış gerçeklik”, “karma gerçeklik” gibi görüntü boyutları, çeşitli gözlükler devreye sokulmaktadır.

Hatta imkân bulunsa sahte gerçeklikler bir bütün olarak insan beyninde yaşatılmaya çalışılacaktır. Sosyal medya akışlarında yaşanılan duygu yoğunluğu ve bunlara gösterilen duygusal tepkiler, aynı zamanda anlık duygusal tatminler yaşanmasına da sebep olmaktadır. Bu tatmin alanında bitmeyen Çeşitli araçlar vasıtasıyla görebildiği bu dünya, insan için hiç alışık olmadığı bir dünyanın kapılarını aralamıştır.

Daha önce deneyimlediklerine göre bütün bunlar hem ilgi çekici hem heyecan verici hem de büyüleyiciydi. Böylece görebilmenin sınırlarını ekranları izleyerek aşan insanın, ekranlarla olan bağı her geçen gün artmış, ekranların içine doğan yeni neslin ekranların olmadığı bir dünyayı hayal etmesi neredeyse imkânsız hâle gelmiştir.

Uzun saatler, günler boyunca sürekli başkalarının hayatını gözlemleyen bireyler kendi benliklerine odaklanamamakta ve kendi eylemleriyle kendi kimliklerini inşa edememektedirler olaylara verilmesi gereken duygusal tepkiler bireyleri yormakta, bu tepkiler bireyler tarafından eylem olarak görülmekte ve bireyleri yapılması gereken gerçek eylemlerden uzaklaştırmaktadır. Aslında şu bir gerçektir ki bireyin yaşadığı bunca duygusal etkiye gerçek tepkiler verecek ne vakti ne de enerjisi vardır.

Bireyler her şeyle ilgilenmekte, sanki büyülenmiş gibi her şeye büyük bir ilgiyle bakmaya devam etmektedir. Bunun sonucunda zihinsel ve duygusal olarak yorgun düşmekte ve eylem bilincini kaybetmektedir. Sanal dünya ve ekranlar eylemleri de sanallaştırmakta; görüntülerin, seslerin ve videoların paylaşımı “eylem” olarak adlandırılmakta ve algılanmaktadır.

Aslında izlemek zaten edilgen ve pasif bir eylemdir. Dakikalar ve saatler boyunca ekranla girilen ilişkide birey fiziki olarak pasif ve hareketsizdir. Bu hareketsizlik alışkanlık hâline gelmekte, gerçek eylemlerde bulunma konusunda bireyi zayıflatmaktadır. 

Gerçeküstü gerçeklik bile olsa, kaydedilmiş her görüntünün izlenme süresi gerçek zamanın kaybedilmesi anlamına gelmektedir. Aynı zamanda oyun, dizi, sinema, eğlence programları, haberler, belgesel gibi programların izlenme süreleri, gerçek hayatı tüketmektedir. Yani harcanıp giden zaman gerçek zamandır.

Ekranlar ve onları izleme yoluyla yaşanan gerçek zaman kaybı, bireyin kendi gerçekliğinde yapması gereken eylemleri yapmasına engel olmakta; örneğin kendi gerçekliğine, ailesine, çoluk çocuğuna, yakınlarına ve etrafına ayırması gereken ilgi ve alakayı azaltmaktadır.

Modern zaman büyücüleri Uzun saatler, günler boyunca sürekli başkalarının hayatını gözlemleyen bireyler kendi benliklerine odaklanamamakta ve kendi eylemleriyle kendi kimliklerini inşa edememektedirler. Neredeyse bütün bilgi ve tecrübesini ekranlardan edinen bir birey ne kadar gerçektir?

İzleyerek öğrendiği hayat, planlanmış ve kurgulanmış olarak kendisine sunulmakta, ekranlardaki hayat kendisine özendirilmektedir. Benlik inşasında dinî, ailevi, kültürel etkileri kaybeden birey, popüler kültürün ekranlardan kendisine yavaş yavaş sunduğu benliğe dönüşmektedir.

Genç nesille yaşanan kuşak çatışması, bir açıdan da ekranların inşa ettiği benlikle yaşanan çatışmadır. Aileler çocuklarıyla iletişim kuramıyorsa, kendi çocuklarıyla ortak bir dil geliştiremiyorsa artık bunun birinci sebebi çocukların maruz kaldığı gerçeklik kaybıdır. Peki, çağlar boyunca Allah’ın peygamberleri aracılığı ile gönderdiği İslam bizi hangi gerçekliğe davet ediyordu? Bu zamanda bu sorunun cevabı daha anlamlı hâle gelmiş oluyor. 

Müslümanın gerçeklik algısı nedir, ne olmalıdır? Aslında bu gayet açıktır çünkü 1400 yıl önce açıklanmıştır: Allah’a, meleklerine, kitaplarına, resullerine, ahiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna iman etmektir. Müslümanlar için gerçeklik budur. Bu gerçekliğin davetine uymalı, buna aykırı olandan sabırla, vakarla, şuurla kaçınmalıyız. Asıl mesele, inançlarımızın zayıflaması ve dünya ile kurduğumuz ilişkinin batılın dünyayla kurduğu ilişkiye benzemesidir.

Oysa dünya ve dünya hayatı ile olan ilişkimizi belirlemesi bakımından sadece Allah’a ve Resulüne itaat etmeliyiz. Hz. İsa (a.s.) ile Hz. Muhammed Mustafa’nın (s.a.s.) arası yaklaşık altı yüz yıldır. Gerçeklik algısını düzeltmesi için gönderilen son peygamber, Efendimizden (s.a.s.) bu yana ise yaklaşık bin beş yüz yıl geçti. Ahir zaman peygamberi olan Efendimizin (s.a.s.) yaklaştığını söylediği ve Müslümanları uyardığı ahir zamanı ve fitnelerini çok uzakta aramamalıyız. 

Ahir zaman fitnelerinin neler olabileceği hakkında düşünmeli, gerçeklik algımızı bozan, bizi yapmamız gerekenlerden alıkoyan, vaktimizi boşa geçirmemize sebep olan, bizi Allah’a ve ahiret gününe değil sanal bir gerçekliğe yönlendiren her şeyi bu bağlamda yeniden değerlendirmeliyiz. 

Zaten kendisiyle imtihan edildiğimiz, bizlere oyun ve eğlence olduğu bildirilen bir gerçekliğin içerisinde yaşıyoruz. Ekranla üretilen “gerçeküstü gerçeklik” ve “mış gibi gerçeklik” bizi hakikatten fersah fersah uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramıyor. Firavun’un büyücülerinin toplumun gerçeklik algısını bozması bugün kendini tekrar etmektedir. Ekranlar büyüleyerek gerçeklik algımızı bozmakta, insanı hakikatten, gerçek gündeminden uzaklaştırmaktadır. 

Platon’un mağara alegorisinde olduğu gibi kendimizi kendi irademizle zincirlemeye, yönümüzü ekranlara dönmeye, oradan yansıyan sahte gerçeklik algısına kapılmaya bir son vermeliyiz. Rabbimizin ipine sımsıkı sarılmalı, Resulüllahın (s.a.s.) bize öğrettiği ve gösterdiği gibi yaşayarak ahiretimize hazırlanmalıyız. Rabbimiz hepimize iman uyanıklığı nasip etsin. 

Adına “gerçek” dediğimiz her şey, aynen birinin bizlere anlatmaya çalıştığı gibi aslında benzersiz beyinlerimizin ve zihinlerimizin, çevremizden alınan duyu verilerine verdiği yanıtlardan, bu verilere dayalı olarak yaptığı yorumlardan ibaret. 

Gerçek hakkında belki de kendimizden emin olarak söyleyebileceğimiz tek bir cümle var: Gerçeğin nasıl bir şey olduğunu kimse bilmiyor!

Elbette dışarıda bizden bağımsı nesnel bir dünya var ve muhtemelen biz bir fanusta yaşamıyoruz; ama bu gerçek dünyanın neye benzediğini bilebilme imkanımız yok. Zira o dünyayı sadece duyularımıza yansıyan ve beynimizin algılayabileceği kadarıyla tanıyabiliyoruz.

Sınırlı duyularımız, kısıtlı zihinlerimiz ve gerçekliğe dair bilinç dışı ve köklü inançlarımız, bizim etrafımıza büyük oranda “zanlarımızdan” kurulu bir dünya örüyor.

Sonuç olarak her birimize ne olacağını bilemem; ama bildiğim bir şey var: Bu yazıdan sonra kendinize ve çevrenize bambaşka bir gözle bakmaya başlayacaksınız.

Belki yine gerçeğin aslında ne olduğunu anlayamayacağız; ama o gerçeği yaratan zihnimizin “gizli ajandasını” anladığımızda, gerçekliğimizi nasıl şekillendirebileceğimizi de anlamaya başlayacağız.

Geçici körlükten kurtulup, “hakikat”i anlamanın ilk adımları da belki zihni dönüşümümüzden geçecek…

Gündelik deneyimlerimizden yola çıkarak, hiç ziyaret edilmemiş hayret kıyılarını keşfetmek için herkesi gerçeğin ,hakikatin peşine düşmeye çağırıyoruz

 

 


( Sahte Gerçekler başlıklı yazı redfer tarafından 21.02.2024 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.