Bir
atasözümüz “Eskisi olmayanın yenisi olmaz”
diyor. Milletler için de geçerli bir kaidedir bu. Kökü olmayanın dalı budağı ,çiçeği
,meyvesi, gölgesi olmaz. Şiir ve nesir parçalarımız kelime –kelime teşrihin
sivri neşteri ile edebiyatımızın göğsünü açıp mananın nuruyla yıkamış ve yepyeni ilhamlarla bezemiştir.
Sanatın amacı ve işlevini özetleyecek olursak sanatı iletişim kurmak, toplumlar eğitmek, bilgilendirmek, eğlendirmek, kültürel bir miras bakmak, düşündürmek veya hissettirmek için yapıyoruz. Bu noktada sanatçıların benimsedikleri idealler de sanatı icra etmenin amacında belirleyici olabiliyor.
Müzik notası olabilir. Bununla birlikte, sanat olumlu olmak zorunda değildir, kasıtlı olarak acıklı ya da nahoş olabilir ve istemeyeceğiniz şeyler düşünmenize sebep olabilir.
Sanat, insanları
etkilemek için benzersiz bir güce sahiptir; bize ilham verir, merak, heyecan ve
öfke uyandırır. Bu nedenle sanatçılar insanları harekete geçirebilecek yetkiye
sahiptir. Sanatın amacı nedir diye sorguladığımızda karşımıza iki farklı kavram
çıkar. Toplumu etkileme ve harekete geçirme
"Sanat
için sanat" veya "sanat, sanat içindir" , sanatın herhangi
bir didaktik, ahlaki ya da faydacı işlevinden ayrılarak asıl değerinin yalnızca
"gerçek" sanat olduğunu ifade eder.
Türk sanatı,
Orta Çağ'da Türklerin Türk coğrafyası olan Anadolu topraklarına
gelişlerinden itibaren, günümüze kadar geçen süre içerisinde bu coğrafi bölgede
oluşturdukları tüm görsel sanat eserlerini tanımlamak amacıyla
kullanılan bir terimdir.
En
eski Türk kültürü kabul edilen Afanesyova da Orta Asya'da doğmuştur.
Orta Asya'da doğan bu tarz kültürler Hunlarda sanat anlayışının temelini
oluşturmuştur. Hunlar, yaşadıkları coğrafyada oluşturdukları kültür ve sanat
anlayışlarıyla ileride Orta Asya'da yerleşik olacak birçok medeniyeti
etkilemiştir.
Türkler,demircilik,
dokumacılık, maden ve ahşap sanatlarıyla uğraşmışlardır. Türk maden sanatının
ilk örnekleri altın, gümüş, demir ve bronz gibi madenler elde edilmiştir.
Türkler ham demirden çelik elde ederek kılıç, kalkan, mızrak, ok uçları gibi
eşyalar yapmışlardır.
Farklı
dönem ve bölgelerde ortaya konmuş sanat eserleri çeşitli merkezî tezahürlerinde
İslâm'ın ruhu ile daima uyum içinde olmuştur. Bu bakımdan İslâm sanatını
“İslâm dini ya da medeniyetinin en derunî yönünün kendi tarzında bir dışa
vurumu” diye tanımlamak mümkündür.
Arapça'da
san' (sun') “yapmak, etmek”, sana' “işinde mahir olmak”, san'at ise “yapılan
iş, meslek” anlamına gelir. Terim olarak sanat "maddî veya zihnî bir iş ve
çabada izlenen düzenli ve özel yol, yöntem" diye tarif edilmiştir.
Sanatı
şiiri en ince en hassas ölçüler içinde değerlendirmesini bilen aziz Milletimiz
kalemi de kılıç kadar tesirli ve kudretli saymıştır. Kılıç mağrur bakışlı
cihangirlerin elinde kaleler devirirken ve ülkeler zapt ederken kalem de söz
mülküne girmiş gönüller fethetmiş ölümsüzlüğün pınarını aramıştır.
Mısırın
Piramitleri zamanın sonsuzluğundan gelecek asırlara nasıl heyecanla ve gururla
bakıyorsa İmru’l Kays’ın, Şeyh Sadi-i
Şirazi’nin, Mevlana’nın, Yunus’un ,Süleyman Çelebi’nin ,Ahmet Yesevi’nin
şiirleri de geçmiş asırların karanlığı içinde öylesine yediveren güller gibi
her gün yeniden açıyor.
İslam
aleminde ve Türklük dünyasında geniş halk kütleleri şiiri ve güzel sözü
sihirkar ve cazibeli bir sanat olarak görmüşler ve her zaman takdir etmişlerdir.
El
Ahtal’ın şiirlerini Arabistan çöllerinde nasıl ceylan gözlü ve uzun siyah saçlı
kızlar badiyeden esen latif sabah rüzgarları ile birlikte terennüm etmişlerse
de ,Şirazi’nin iri güller açan bahçelerinde de Firdes’inin, Hafiz Sadi’nin,
Attar’ın şiirlerini asırlar birbirinin kulağına üfleyerek fısıldamıştır.
Hele
Türkler arasında şiir söz sanatının zirvesi ,güzelliğin tacı ,sohbetin tuzu biberi sayıla gelmiştir.
Yüzlerce
sene iki deryanın incisi olan İstanbul’da Kağıthane alemlerinde ,Göksu
sefalarında ,Topkapı Sarayı’nın çınar yapraklarıyla gölgelenen yollarında, cami
avlularında ,medrese hücrelerinde , bayramlarda, seyranlarda , düğünlerde ,seferlerde ,şenliklerde
şiirin saltanatı sürmüş güzelliği ve cazibesi hiç eksilmeden ,solmadan devam
ede gelmiştir.
Söz
mülkünün sultanları olan şairler, emirlerin ,hakanların her zaman
yanında bulunmuş, iltifatlarına ,ihsanlarına nail olmuş
çok zaman hünkarların eliyle samur kürkler giymiş gün görmüş ,devran sürmüşlerdir.
Daha
bıyığı terlemeden İstanbul gibi bir melikeyi yiğit göğsüne bastıran Fatih
Sultan Mehmed’in yanında Molla Gürani Molla
Fenari gibi ilim adamları ile birlikte
pek çokta şair vardı. Kendiside Avni mahlası ile ilham dolu şiirler
yazardı.
Baki’nin
tantanası, asumanı tutan gür sesli kasideleri, kalplerde hassas duygular
yaşatırken ,Nedim’in latif şen ve şuh
şiirleri Sadabad Bahçelerinde mahmur gözlü
laleler gibi boy gösteriyordu.
Sadece
İstanbul mu ? şiir meşheri ,şair meskeni olmuştur.Elbette hayır…
Anadolu’yu
şehir–şehir ,bağ-bağ, dağ-dağ gezin Çamlıbellerde Köroğlu’nun coşkun sazından
nağmeler getirdiğini hissedeceksiniz.
Anadolu
bozkırlarında, Sakarya sahillerinde , Yunus Emre’nin ayak seslerini
göreceksiniz. Adı belirsiz nice büyük şairin bir kırık sazı gibi inleyen gönül yarasını söz
latifliğini ve kelime mimarisini bilmek
anlamak ve de güzelliğini kavramak zorundadır.
Fani
hayatımızın dar çerçevesi ancak bunlarla genişler.Dünya bu şiir lerle değer
kazanır.Kültür bu deyişlerle zenginleşir.Mazi bu anlayışla yaşar.
Namık
Kemal ‘i ,Yahya Kemal’i ,Mehmet Akif’i ,Arif Nihat’ı ,Necip Fazıl’ı unutmak
,adımızı unutmak gibi ,Sakarya’yı unutmak gibi Barbaros’u unutmak gibi,
İstanbul’u unutmak gibi tehlikeli bir hafıza hastalığıdır. Bu hastalığa duçar olan
milletlerin yeri eninde sonunda tarihin soğuk ve muzlim mezarlığıdır.
İstiyoruz
ki mazinin uzak yollarında ve kitapların
solgun sayfalarında kalan şairlerimiz
ediplerimiz unutulmasın. Hatıraları her bahar canlanan salkımsöğütlerin
ilahi ıtrı gibi ufkumuzu baygın kokularla doldursun. İçimize yeni bir şevk ve canlılık versin. Mazinin zenginliği ile sürur ve gurur dolu istikbale doğru koşalım.
Bize
göz kamaştıran hazinelerin kapısını açan şiirleri ,ezan seslerini, şadırvan
şırıltılarını ,gülbank naralarını ,mehter
velvelesini ,mevlit nağmelerini ,gurbet ve vatan duygularını emziren bizim
şiirlerimiz değil mi.
Ahmet
Haşim’in çok zarif bir teşbihi ile “Bülbül sesinin mucizesini anlamak için onun
boğazını kesmek çok aptallık olur”
Yetişen
ve sanat vadisinde bir şeyler yapmak isteyen genç kabiliyetlerimiz var olmaya
devam edecek.Onlara ışık tutmak önlerini aydınlatmak lazım.
Genç
arkadaşlarımızın şiir denemelerine ve çalışmalarına yol vermek gerekir. İnceleyerek,
tenkit ederek ,daha çok teşvik ederek onların bu iştiyaklarına güç ve heyecan
katmalıyız. Bunu yapmak her şair kardeşimizin vecibesi ve zevkli bir vazifesidir.
Cenap
Şahabettin’in “Plevne’den geçerken adlı dünya değerinde nefis yazısı genç
şairlerimize örnek teşkil eder.
Bugün
Bulgaristan’ın bir şehri olan Plevne
Türk-Rus savaşından önce ismi pek bilinmeyen bir kasaba idi. Bu
savaşta Cenap Şahabettin’in babası
da şehitler ordusuna katılmıştır.
Ufuk
güneşin doğuşu ile kızarıp bayraklaşırken sabah rüzgarının temasıyla şehit bir
babanın barut kokan tenini koklamak ne
ulvi bir hayaldir.
Doğu
Avrupa topraklarında hangi ırmak var ki
Türk atları oradan su içmiş olmasın. Hangi
çeşme var ki serhat boylarının yiğit akıncıları ateşli göğüslerini serinletmiş olmasın.
Sava mı ? Drina mı ? Vistül mü ? Tunca mı ? Meriç mi ? Tuna mı ? Arda mı ?
Hangi ova var ki şehit ruhları ile azizleşmesin.Varna mı ? Kosava mı ? Galiçya mı ? Vardar mı ? Yanya mı? Yenice mi ? Zağra mı ?
“Sabaha
karşı Plevne civarından geçiyorduk alaca karanlıkta pencereyi açtım .Plevne ovasını
görmek arz üzerinde hakir bir mezarı kalmayan zavallı babamın ruh-i menfanişini
biraz teneffüs etmek istiyordum .
Eyvah
! Yüksek ve zengin ekinlerini okşayan rüzgarı dedi ki Babanın kanını emen bu toprak,
babanın cisim ve ruhuna yabancı açlıklara sünbül-ü gıda hazırlıyor…
Şimdi
ufk-i-şarki kızarıyor kızarıyordu.Türk Bayrağı gibi al ,kan gibi kıp kızıl olmuştu.
Bir ruh-i şehit için bu ufk-i sabah ne güzel kefendi.
Baba
seni bu ağustos ayının son seherinde Plevne ufkunun bu geniş kanlı mendili
içinde kokladım…”
“Ahretle
dünya birbirine karışmış gibidir. Heybetli ağaçların yollara elediği gün ışığı ve huzur. Mezar taşlarının yeşil gölgesinde ebediyetin yastığına baş koymuş
uyuyanlar. Zamana ninni söyleyen sebiller çeşmeler …loş ,sessiz, tenha ve ürkekler.
Varla yok arasında bir gölge gibi yürüyen vakit…
Bir
mağfiret yağmuru gibi ,bu ruhani iklime günde beş kere inen ezan seslerini
dinlemeden, yazıları yosun tutmuş kitabeler önünde tefekküre dalmadan ,
yaprakların hışırtısıyla ürpermeden, bu toprakların mana iklimine ayak atmak
kabil mi ?...
Ne
yazık ki doğmuyoruz şimdi bu topraklarda
.Kökü toprakta kalmış ve kendi kesilmiş
bir ağacın ıstırabını yaşıyoruz…
Köklerini
kaybetmiş böylesine bahtsız bir ağacın çiçek vermesi ve meyveye durması mümkün
mü acaba ?...”
Sanatçı sayıklamaları
ve rüyaları sayesinde bilinçaltını bilinç üstüne taşır. Sanat eseri
içerdiği simgeler vasıtası ile sanatçının bilinçaltını yansıtır.
Ruhsal dengenin sağlanabilmesi için kişinin ilkel benliğinden getirdiği
enerjinin ifade edilmesi gerekir. Bu kurama göre sanatın bir işlevi de budur.
Sanat, uygarlığın
bir göstergesidir. Bir şehirdeki sanatsal faaliyetler, tiyatro salonları,
kütüphaneler vb. o şehrin gelişmişlik düzeyi açısından bir işaret olarak kabul
edilir. Milletler, yetiştirdikleri sanatçılarla özdeşleşir. Sanatçılar kültürlerinin
gelişmesinde olduğu kadar dünyada tanınmasında da rol oynar.
Sanatsal
bakış açısı etrafımızdaki nesne, durum ve olayları estetik bir hazla
değerlendirme; biraz eleştirel olma, olayları, nesneleri , durumları olduğu
gibi ele almayıp üzerine biraz yaratıcılık sosu , biraz kendinden eklemek ,
geliştirmek, olduğu noktadan başka bir yere taşımak olarak açıklanabiliriz.
Modern
dünyada sanat, gündelik hayatın dışındadır; bu da demektir ki hiç kimsenin
temel ihtiyaçlarından biri değildir, öyleyse gereksizdir. O kadar
gereksizdir ki eksikliği fark edilmez bile. Ancak bir tür lüks tüketim eşyası
sayılabilir.
Sanat
eğitimi çocuklara dünyayı farklı şekilde tasarlama ve yorumlama
becerisi kazandırır. Sanat eğitimi alan çocuk dünyaya eleştirel
bakabilmeyi, görsel bilgiyi doğru yorumlamayı, farklı görsel formları fark etmeyi
ve bunların arasında tercihler yapabilmeyi öğretir.
Küçük
ayrıntıların fark edilmesi, daha duyarlı olunması, gözlem becerilerinin
keskinleşmesi, ruh sağlığının iyileştirilmesi ve sakinleşme, sanatın
insanlara faydalarından en önemlisidir. Zaten sanatın bu
iyileştirici etkisi, psikolojide sanat terapisi adı verilen bir
uygulamanın yapılmasına önayak olmuştu
Sanatın
asli görevi öğretmek değil; hissettirmek, duyurmak, sezdirmektir.
İlyas
Kaplan-redfer