Eve Dönme Zamanı

Öyle ki yanı ahşap evlerle sıralanmış taş sokak, köyün meydanına inen ana yola açılırdı. Yoldan gelen her ses bir haber gibiydi. Yaşmaklarını ağızlarına kadar çeken yaşlı nineler ağır aksak sese doğru yürür, sokağın başında beklerlerdi .İçlerinden biri var ki, zaman onun için şu dut ağacının altında durmuştu, acelesi yoktu. Kimse ilişmez ona, hayatın gailesine ah çeker, öylece beklerdi yolu, elindeki kahverengi tespihiyle.

Tufan gibi yağan yağmurdan, birkaç dakika içinde dereler, seller oluşmuş, köpüklenerek, gürleyerek akmaya başlamıştı.
Bu yağmur şenliği, elbette, dört gözle rahmeti bekleyenleri sevindirmiş, coşturmuştu. Emekli Vali Mehmet Bey birdenbire eşi Hatice’nin ne kadar güzel bir kadın olduğunu işte o zaman fark etmişti.

Yağmur, kara saçlarını dağıtmış ve dağılan saçları yüzüne, boynuna, omuzlarına yapışmıştı. Tepeden tırnağa sırılsıklam olduğu için de,entarisi vücuduna yapışmış, çevik, şuh vücudu, kollan, bacakları, kalçaları iyice meydana çıkmıştı. Gözleri sevinçten parlıyor, beyaz dişleri ,gülen dudakları arasında ışıldıyordu.

Yağmur yavaş yavaş toprak tarafından emiliyordu .Yağmur ne kadar çok, ne kadar şiddetli yağarsa yağsın, diner dinmez, avuç içinde kayan cıva gibi, derelere, vadilere akıp giderdi. Köpürüp gürüldeyerek akan sellerden bir şey kalmazdı. 

Hatice kadın sarmaşıkların yolunu açıyor.Begonyalar ,devetabanları ,açelyalar ,sardunyalar… insana yaşamakta olduğunu hatırlatıyor.Yaşamın nabzını tutuyor olmanın bedeli olarak sanki sürekli hizmet bekliyorlardı. Zamanın önemli bir bölümünü çiçeklere ayırıyordu.

Çiçeklere hizmet etmek onlara sahip olmaktan daha zevkliydi.Çiçeklere hizmet ederken onlarla bir çocuk gibi meşgul olmak adeti insanın bütün sıkıntısını ,derdini, tasasını alıp götürüyordu.

Hatice Kadın sadece kendinin duyabileceği bir kısık sesle söyleniyordu.Hey sana dedim duymadın mı ? Bildin mi bunu ? bak bugün açtı. Hastanede renkler hep aynıydı.Duvarlar ,hemşireler, doktorlar ,asansör ,ağaçların gövdeleri ,çöp bidonları sedye akla gelen her şey hep beyazdı yani.

Oysa çiçekler öyle değildi .Her biri rengarenk. Şu beyaz rengi bir türlü sevemedim. Evet evet kefende beyazdır. Nerden geldiyse aklıma.Oysa deniz maviydi. Birde Mehmedimin  gözleri.

Merdiven ne zamandan beri ağır ağır çıkılmaktadır. Hani aheste aheste çıkacaksın bu merdivenlerden der gibi.Oysa çocuklar hızlı tırmanırlardı merdivenleri.Acele etmeye ne hacet bizlere mahsus adımlarla tırmanmalı merdivenlerden. Çocuk muyuz biz .Kapıların rengini deniz mavisi olsun dedik .Bir türlü dinletemedik ki başhekim beye…

Saat onda, tam, ayaklarının ucuna basarak yatak odasına çıktı. Yüzü solgundu. Dudakları hafif kımıldıyordu. Bir kaç adım yürüdü. Yatağın kenarına oturdu.Titriyordu. Baş ucunda lamba yanıyordu. Dudakları yine hafif hafif kımıldadı. Dua ediyordu.

Elleri birdenbire gevşedi. Gözleri kapandı  .Uyumuştu. Hastanenin   malum havası uykusunu getirmişti .Lambanın loş ışığında ne kadar da güzeldi Hatice  Kadının yüzü. 

Hanımı hasta olduğu günden beri .Her sabah erken saatlerde kalkar kısa bir yürüyüş yapardı Mehmet bey. Bu saatlerde üç tekerlekli arabasını fırına ekmek almak için sürükleyen mahalle bakkalına . Rızık kapısını erken vakitlerde çalan imalathane müşterisi simitçilere. Acele adımlarla sabah namazına yetişmek için Koşturan cami cemaatine rastlardı.

Gece yağmur yağması ve parke taşı tozlarının temizlenmesi yaşıyor olmanın ayrıcalığına gösteriyordu.Sahil yürüyüşü dönüşünde kıraathaneye uğrar sabah çayını içer emekli Dostlarla iki laf ederdi. Vali emeklisi şirin sahil kasabasının eşrafından Mehmet Bey yakaladığı ve dengine düşürdüğü her fırsatta ,söz arasına bu ülkede taş üstüne taş konmuşsa bizim elimizle olmuştur. Bu memleket ekmeğin arpadan yapıldığı şartlardan geldi bu güne sözlerini sıkıştırırdı.

Yürüyüşten döndüğü vakit kimse görmezdi vaziyetini. Kan ter içinde perişan bir halde dönerdi evine.
Lacivert bir takım elbise mavi gömlek üzerine kırmızı kravat,saçlar sola taralı .Pantolon daima jilet gibi ütülü olmalıdı.Kravatla uyumlu olmak koşuluyla ceketin yaka cebinden mendil eksik olmamalıydı.

Kadınlara kalırsa zevksiz ve uyumsuz  bir giysi tarzıydı bu. Zevkler ve renkler tartışılmaz diye bir deyiş var bilmezler mi. Kime ne kravatımın renginden diye düşünürdü…

Yumurtayı pek haşlanmış sevmezdi. Orta derecede olacak yumurta sabah kahvaltısında. Birde sofranın kralı olmalıydı.Öyle ırım kırım istemem. Yok tansiyonmuş ,yok şekermiş dinlemem çeşit çeşit reçel olmalıydı sofrada . İstediğine banarak tadına varmalı insan. Üstüne üstlük birde kısık seste Sanat Müziği olmalı birde. Şöyle Muazzezden.
Ne dinlenirdi be. Keyfine doyum olmazdı.

Mehmet Bey hep aynı saatlerde olurdu orada kayalıkta aynı taşın üzerinde .Güneş ışınları denizde yollar açmış olurdu.martıların akşamüstü şenliğinde.Koşmak isterdi ışıklı yollar boyunca .Koşmak ve bilinmeyen keşfedilmemiş ufuklar arasında kaybolmak.Hep aynı rüyayı görmek isterdi…

Her zaman böyle midir bu akşam trenlerinin sesi. Bunca insanın içinde birden yükseliveren iç sarsıntıyı dindirebilecek mi uzaklaşmakla trenler. Daireler aynı merkezden başlayarak genişleyecek ve belirsizleşerek kaybolacak mıydı hep böyle…

Şu kedide nerden peyda olmuştu.Hey çabuk uzaklaş  tren raylarının üzerinden .bak ezileceksin şimdi.Kedi sanki  duymuş gibi kaçıverdi yamaca doğru. İnsanı sarıp sarmalayan bir titreşimdi artakalan tren sesinden.Yürünmeli ta uzaklara…

Deniz her zaman ki gibi kendi halinde aheste  bir akıntıya sahipti. Huzur veriyordu su sesi. Günün aynı saati ikindi vakti .Bu saatlerde biraz ötede balıkçılar gece hazırlığı yapmaktaydı. Güneşin ışınları denize yatay olarak dizilmiş gölgeler gittikçe uzamakta.

Balıkçılardan biri her zamanki gibi göz göze geldiği ilk fırsatta el işaretiyle  Mehmet Beye selam veriyor.Aynı işaretle oda onlara karşılık veriyordu.Kısık bir sesle rast gele diyordu aynı anda.

Deniz ağır ağır yaylanıyor, arada koca bir balina misali kayalıklara tırmanıyor.Sonra tekrardan geri çekiliyordu.Güneş ufku boyunca  bakır rengiydi su yolları. Çevreden sürüklenen ve her biri birer küçük kayığı andıran güz yaprakları  ,boş şişe ,naylon eşya parçaları ,kola kutuları ,çeşitli çöp kırıntıları köpüklenen deniz suyunda banyo yapıyor ve sonra su yüzeyinde salınıyordu .

Eline aldığı küçük taşlarla onları hedef alıyordu.Her defasında isabet ettirememenin hıncıyla hayıflanıyordu.Taşlar tükendiği halde vazgeçmiyordu.Tekrar taş toplayıp hedeflediği bir şişeye attıkça attı.Taşlar yine bitti. Ve yine isabet ettirememişti.Şişe kırılmadığı gibi gittikçe uzaklaşmıştı. Nihayetinde vazgeçti. 

Şimdi bir kayanın üzerindeydi Emekli İhtiyar .Zamanla aşınmış ,aşınan yerleri yosun bağlamıştı kayalığın.Elindeki değnekle yosunları kazımaya çalışıyordu.Güneş iyice ağarmıştı.İkindi güneşiyle uzamaya başlayan gölgeler aslının beş katına ulaşmıştı.

Akşam treni tiz ve yanık bir sesle çevreye bir anda egemen olmuştu.Kaçırılan her fırsatın ardından atılan bir çığlık mıydı bu.Yoksa taşıdığı insanların her bir ağızdan haykırışları mı ?

Bu ,günün son akşam treniydi.Ufuk akşam güneşini karşılamak üzere iyice hazırlanmıştı.Balıkçılar tüm hazırlıklarını tamamlamışlardı.Her şey güneşin bir kızıl siniye dönüştüğü sırada oldu. Ne olduysa. Elleri dizlerinin üzerinde uzun süre öylece kaldı. Balıkçılar telaşlandılar.Bu saatler eve dönülmesi gereken saatlerdi.onu tanıyanlar aynı vakitlerde aynı yerlerden geçtiğini bilirlerdi.

Küçücük bir yorgunluktu belki de. Allah’a hamdolsun sıhhatim yerinde diye geçirdi içinden ..Artık gün kaybolmuş.Güneşin tamamına yakını batmıştı.Gölgeler de yoktu .

Başını kaldırıp cebinden bir mendil çıkarıp yüzünü sildi. Bir müddet ufku güneşin kızıllığa gömülüşünü izledi.Elindeki değnek kayacak gibi  oldu ,onu tutmaya çalışırken mendil kayaların üzerinden kanatlanarak denize doğru uçup gitti. 

Yalpaladı ,dengesi bozuldu. Ayağı kayalıkların arasına sıkışmıştı.Bir yandan ayağını kurtarmaya  diğer yandan düşmemeye çalışıyordu.Sol omuzun da bir el belirdi. Gelen balıkçılardan biriydi. Kendisine teşekkür ederim evladım dedi. Bu arada yüzüm morarmış, rengi uçmuş,soluk soluğaydı.

Her şey şu değnek yüzünden olmuştu. Şu kahrolası değnek var ya… Balıkçının boş ver bey amca alt tarafı değnek, mendilde uçup gitsin  ne olacak ki  o kadar kaygılanma …teselli dolu bu sözlere tekraren teşekkür etti. Teskin bulmuştu koca ihtiyar.

Hadi gidelim koçum diyerek oradan uzaklaştılar. Artık eve dönme  zamanıydı…

Rüzgar püfür püfürdü.Gece yarısıyla sabah arasındaki saatlerden hangisinin içinde olduğunu bilmeden, evin kapısı önünde durdu. Sokak karanlıktı. Çıngırağı gözleriyle değil, hafızasıyla aradı. Fakat gündüzleri kapı açık olduğu için bu noktaya ait bir hatırası yoktu. Avucunu kapının tozlu ve çentikli tahtası üzerinde gezdirdi. Çıkarılmış 
tokmağın yerinde kalan demirin soğukluğundan başka, pürüzlü sathın üzerinde hiç bir farka rastlamadı. 

Başının hizasından karnının hizasına kadar yukardan aşağıya ve sağdan sola bütün dikkatiyle tazelediği halde çıngırağa benzer bir şey bulamadı. Kızının odası arka tarafta olduğu için seslenmenin de faydası yoktu. Kapıyı bir kaç defa yumrukladı. Kalın tahtanın içeriye naklettiğinden fazla dışarıya iade edildi bu hafif gürültü.

Taşlıkta on adım kadar yürüdü .Kapalı kapıdan içeriye girmek mümkün değildi.Hava da soğuduğu için üşüyordu. Yorganı başına çeken kızının kulak zarına, oradan da uykusundan uyanmasını beklemek nafileydi. Bu beklenti, fizik kanunlarından sadaka istemek gibi bir şeydi. 

Gerisin geriye dönüp bütün o çirkef yokuşu tırmandıktan 
sonra, kasabanın tarihi oteline attı kendini. Epey yorulmuştu bugün.
Mehmet bey odaya girer girmez uykuya daldı…


İlyas Kaplan-redfer



( Eve Dönme Zamanı başlıklı yazı redfer tarafından 17.07.2023 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.