Güneşli
bir sonbahar sabahıydı... Sabahın erken saatlerinden itibaren, imkânlarına göre
kimi taksi, fayton, at arabası ile, kimi de yaya olarak gelen binlerce insan,
bekleme salonlarını tıklım tıklım doldurmuş, yer bulamayanlar da peronda
eşyalarının etrafında öbek öbek kümelenmişlerdi.
Konuşanlar,
şakalaşanlar... Bağırıp çağıran ve sağa sola koşuşan çocuklar, simitçiler,
sucular, hamallar., velhasıl arı kovanına dönmüştü Konya Gar'ı. Ana - baba
günüydü bugün... Zâten asker sevkiyâtı oldu mu hep böyle olurdu. Malaslı
Mehmette annesi babası ve küçük kardeşi Muratla birlikde bu kalabalığın
arasındaydı.
Dededen
kalma tahta bir valiz ve valizin üzerine itina ile konulmuş bir çıkın, bütün eşyasıydı.
Sükûtu ilk bozan Murat oldu.
—
Baba, tren ne zaman gelecek? Musa efendi dikkatle sardığı sigarasından derin
bir nefes çekerek mırıldandı.
—
Daha vakit var. Gelir elbet. Şükriye hanım Mehmed'inin elinden sıkıca tutmuş.
Bütün sevgisini ve şefkatini topladığı gözlerini oğulcuğunun gözlerinden
ayırmadan — Hayırlı olsun da biraz geç olsun ne, çıkar? derken, Mehmedi'yle
biraz daha beraber olabilmek için, sanki, trenin gecikmesini arzu eder gibi
idi.
Nihayet
keskin bir düdük sesi ve arkasından halkın uğultusuna karışan çuff-çuff
sesleriyle kara tren perona girdi. Bütün gözler ona çevrilmişti. Önce acı bir
çığlığı andıran fren sesi işitildi ve tren durdu. O anda telâşla eşyasını
kapan, birbirini ezercesine itişe kakışa, yer bulabilmek için, kapılara hücum
etti. Koca tren bir anda hınca hınç dolmuştu. Yer bulamayanlar da geçiş yolunu
ve sahanlıkları tıklım tıklım dolduruvermişlerdi.
Mehmed
de bu hengâme arasında trene atlamış, pencere kenarında bir yer bulabilmişti.
Valizini, boş bulduğu bir yere sıkıştırdı. Çıkını da oturacağı yere koyarak
yanındaki gence :
—
Hemşerim, helâllaşıp geleceğim, yerime göz kulak oluver, dedi.
—
Olur olur, merak etme. Güçlükle kalabalığın arasından sıyrılıp, indi. Önce
babasının eline uzanıp, hürmetle öptükten sonra :
—
Gidip gelmemek, gelip de bulmamak var. Hakkını helâl et, babacığım, dedi. Baba
evlâdını bağrına basarak :
—
Helâl olsun yavrum Allah yardımcın olsun.
Sağlıkla
gider gelirsin, inşallah, derken, boğazına bir şeylerin düğümlendiğini
hissetti. Gözleri buğulandı. Ağlamamak için habire dudaklarını ısırıyordu.
Mehmet annesinin eline uzandığı zaman, yıllarca bin türlü çile ve kahıra göğüs
germiş, bu çilekeş, mübarek kadının gözlerinden yaşlar akıyor, senelerin
çizgilerini taşıyan yanaklarına süzülüyordu.
Yaşmağı
ile göz yaşlarını sildi ve elini öpen evlâdını sonsuz bir şefkatle bağrına
basarken :
—
Allah'a emanet ol! Mehmedim. Sağlıcakla git, sağlıcakla gel, inşallah. Kendine
iyi bak, üşütme yavrum. Bizi mektupsuz koyma, evlâdım diyordu. Mehmet kardeşini
kucakladı, öptü ve :
—
Anamın babamın sözünden çıkma. Onları üzme, dedi. Muratta ağabeyinin elini
öptükten sonra,
—Olur
ağam, merak etme sen. Tabancalı çekilmiş bir resmini gönder, olur mu? diyerek
beline sarıldı.
Mehmet
ağlayan anasıyla tekrar kucaklaştı ve koşarak trene bindi. Kompartıman
penceresinden gülümsemeğe çalışıyor, fakat buğulu gözlerinden akan yaşlara mani
olamıyordu. El öpenler, kucaklaşanlar, helâlleşenler, hışkırıklar ve hayır
dualar... Vakit gelmişti. Önce uzun bir düdük sesi etrafı çınlattı. Arkasından
üç kısa düdük daha. Tren sarsıldı ve yürüdü. Gittikçe hızlanan çuf-çuflar ve
keskin düdük sesleri...
Şimdi
herkes birbirine el sallıyor, çocuklar trenle yarış ediyorlar... Şükriye hanım
oğluna el sallarken bir taraftan da var gücüyle.
—
Aman evlâdım, kendine iyi bak, üşütme sakın. Varır varmaz mektup yaz, diye
bağırıyordu. Tren gardan çıkmış, sallanan eller bile farkedilmez olmuştu. Yaşlı
gözlerle herkes birbirine :
—
Allah kavuştursun, diyerek üzgün, yorgun fakat vakur adımlarla istasyonu
terketmeğe başladılar. Mehmetin annesi ve babası bir müddet trenin kaybolduğu
yöne yaşlı gözlerle baktılar, baktılar.. Sonra baba kendini toplayıp:
—
Allah kavuştursun hanım, şimdiki askerlik de ne ki? Gözünü açıp kapayıncaya
kadar biter. Haydi biz de gidelim. Köye bir hayli yolumuz var, dedi.
Ama
halinden, söylediğine kendisinin de inanmadığı belli idi.
—
Allah kavuştursun. Ne yapalım vatan borcu. Hayırla gider, hayırla gelir
inşallah, diye mırıldandı. Arabalarına doğru yürümeğe başladılar. Çehrelerinde
hem derin bir hüzün, herr de vatan hizmetine arslan gibi bir evlat göndermenin
iftiharı apaçık görünüyordu.
Bu,
Mehmetin ailesinden ilk ayrılışı idi. Arkasına yaslandı, pencereden manzaraya
görmeyen gözlerle bakıyordu. Kompartıman arkadaşlarının büyük bir uğultu içinde
bağıra çağıra anlattıklarını, fıkralarını, şakalarını hattâ trenin gürültüsünü
bile duymuyordu... Geride bıraktığı yirmi sene... Çocukluk günleri,
yaramazlıkları, babasının azarlan, nasihatleri, annesinin şefkat dolu sözleri,
tarladaki yorucu çalışma ve nihayet veda ânında eline işlemeli çevresini
tutuşturan yavuklusu...
Hepsi
bir sinema şeridi gibi gözlerinin önünden geçiyordu. Mehmet nereden gelip
nereye gittiğini bilenlerdendi. Tahsili yoktu. Ama irfanı vardı. Katıksız bir
muhabbetle bağlandığı annesinin rehberliği ile, zaten sâf ve berrak olan
gönlünün aynasında, bilirim diyenlerin, belki de hiç bilmedikleri pek çok
hakikati keşfetmişti.
Şükriye
hanım, yalan, gösteriş, gurur, kıskançlık gibi duygulardan paklanmış, karınca
kararınca herkesin yardımına koşan, dedi kodu bilmeyen kendisi için istediğini
başkaları için de isteyen, gözü tok, muhabbeti çok bir insandı. Yaptığını halk
için değil Hakk için yapardı.
Doğduğu
gün Mehmetini bağrına basıp ilk sütünü vereceğinde, canpâresinin kulağına
"Ya şehîd ol ya gazi" diyecek kadar Allah aşkı ve vatan sevgisiyle
dopdolu idi. Yalnız doğduğunda değil, her fırsatta bu ulvî sevgiyi, aklı ermeye
başlayan Mehmetinin körpe dimağına "Oğlum vatan sevgisi imandandır.
Vatanını sev ve hizmet et ki îmânın tam olsun" diyerek nakşetmişti.
Mehmet
öylesine yetişmişti ki, gönlünde sevgiden ve hizmet duygusundan başka hiç bir
şey kalmamıştı. İşte o şefkat ve muhabbet pınarı insanı gâh tarlada, gâh sofra
başında, gâh namaz seccadesinde görüyor ve "oğlum vatan sevgisi
imandandır" diyen sesini adetâ işitiyordu.
Zaman
ne de çabuk geçmişti. İşte Kütahya'ya gelmişler, sonra kışlalarına nakledilip,
asırlarca düşmanın yüreğin ititreten Mehmetçikler hâki renkli elbiselerini
giyip yekvûcud olmuşlardı. Bu yalnız kıyafetlerini değil, gönüllerindeki îmânın
ve vatan hizmeti duygusunun birliği idi. Artık onları birbirinden farketmeye
imkân yoktu. Hepsi aynı kıyafet içinde aynı vücut, aynı ruhtu.
Ahmetler,
Hüseyinler gitmiş, yerine tek bir isim gelmişti : Mehmetçik...
Bu
öyle bir isim ki, asırlar boyu dostuna güven kaynağı olmuş, düşmanını tirtir
titretmişti. Nasıl öyle olmasın ki, bu yekvûcut kütle Allah’ın seçip beğendiği
tek din olan islâm imânı ve tarihe kök salmış Türklük şuuruyla yoğrulmuş, adını
da iki cihan güneşi peygamberlerinden almıştı.
Hepsi
sabahın ilk ışıklarında tam bir intizam ve yapacağı işin şuuruna ermiş bir
sükût içinde, talim yerinde idiler. Mehmed 3. Bölükte idi. Hepsi esas duruşta
dimdik... Bölük komutanının ilk emirlerini dinliyorlardı. Daha sonra 'Kep
çıkar!" emriyle, kepler çıkarılmış ve kılık kıyafet muayenesine geçilmişdi.
Önde
bölük komutanı arkasında bölük başçavuşu, Metımetçiklerin tırnaklarını,
saçlarını, postallarını, elbiselerini hattâ düğmelerini titizlikle kontrol
ediyorlar ve eksikeri tesbit ediyorlardı. Sıra Mehmed'e gelmişti. Komutan :
—
Elini uzat! diye emretti. Mehmet tam bir itaat ve teslimiyetle ellerini uzattı.
Nasıl, itaatle uzatmasın? Babasından kaç defa dinlemişti. Askerlik itaat ve
disiplin demekti. Öyle yetişmişti ki Mehmet. Komutanı "elini uzat"
yerine "ölüme git!" deseydi, yine gözünü kırpmadan gidecekti.
Fakat
o ne! Komutan Mehmetin önce ellerine sonra başına dikkatle bakıp gülmeye
başladı, içi burkuldu Mehmetin, ne vardı ki, ne yapmışdı ki komutanı kendisine
gülüyordu. Mahçup olmuştu. Gözlerini yere indirdi. Komutan sordu :
—
Adın ne?
—
Mehmed, komutanım!.
—
Peki Mehmet, bunlar ne? Ellerine, başına kına yakmışsın, Yâhû, bizim memlekette
bir gelinlik kızlara, bir de kurbanlık koyunlara kına yakarlar, sen hangisisin
? dedi ve yine gülmeye başladı.Konuşmayı dinleyen başçavuşda gülüyordu...
Mehmet
daha da mahzun olmuştu. Çünkü muhabbet ve şefkat kucağında yetiştiği biricik
anasının dualarla, niyazlarla yaktığı kına, bu mukaddes ocakta nasıl alay
mevzuu olabilirdi? Birden ellerini sert bir hareketle bacaklarına yapıştırdı,
başı dik, göğsü ilerde ve tam bir safiyetle :
—
İyi ya komutanım! Bir gelinlik kızlar, bir de kurbanlık koyunlar kına yakar
diye kendin söyledin. Anam da beni bu vatana kurban olayım diye gönderdi. İşte
onun için kınamı yakdm da geldim...
Komutanın
yüzünde tebessümü donakalmıştı. Bu asil cevap karşısında mahçup olmuş, gözleri yerde, Mehmetin sırtını
okşarken "İşte Mehmetçiği Mehmetçik yapan şuur bu!" diye düşünüyordu.