TOZLU RAF adlı yazmaya yeni başladığım bir kitaptan alıntı.Bu kitapta kıyıda ,köşede unutulmuya yüz tutmuş,edebiyat kütüphanemizin raflarında üzeri toz bağlamış hikaye ve yazılara yer verilecektir.Tevessül bizden,mukadderat Allahtan .
Öyleyse senin
isminde bundan böyle Merkez olsun
Zaman, acayip bir kavram.
Kimine göre uzun, ağır bir yük; her anı ayrı bir ıztırap, yüzlere çizgi, sırta
kambur, bellere büküklük verir. O kişinin bedeni, ruhuna göre çok büyük, çok
geniştir, zavallı ruh boşlukta sallanır, sallandıkça daha bir küçülür,
zavallılaşır.
Ne bu dünya, ne öteki
dünya için umut beslemez, yine de ölümü özler. Çünkü yükü taşımaktan
yorulmuştur, kusuru âleme, âlemin Düzenleyicisi'ne bulur; pek tabii değiştirme
gücü yoktur ama, "Şöyle olsaydı, böyle olsaydı" der kendi kendine.
Sanki bütün mevsimler
ilkbahar olsa, yahut ebedî gençliğin sırrı keşfedilse, belki de güneş doğudan
doğacağına, batıdan doğsa, gündüzleri geceler takip etmese., zaman, öyle büyük
bir yük gelmeyecektir o kişiye, işte öyle düşünür, ölümü özleyişi, sırf kaçış
içindir. Kendinden, çevresinden, tenkit ettiği kâinat düzeninden, kaçış!
Kimine göre de, zaman;
yeniye, güzele, bilgiye., ölümsüze açılan geniş bir kapıdır. Onun için, her
anın ayrı bir değeri vardır; yüze çizgi, sırta kambur, bellere büküklük.. ah
bunları hiç düşünmeyecek kader, "Hakikat yolunu" aramaya dalmıştır o.
Fani bedeni, ruhuna dar, çok dar gelir. Çünkü o ruh, enginlere açılmaya
mütemâil, zamanı hapsedivermiş avuçları arasına, kâinatın Ulu Yaratıcısı'na
imanı tam, âlemin düzenini tenkit etmek değil, o mükemmel âlem içinde, Büyük
Yaratıcı'ya, dem dem yaklaşma emelinde...
işte hikâyemiz, böyle bir
kişi üzerinedir. İçimizden biri... Asırlar önce yaşamış, ne gam, imanının
şavkı, hâlâ temiz alınlarda parlamakta: isteyenlere, dileyenlere hâlâ yol
göstermede...
Germiyan ilinin
Sarımahmutlu köyünde bir ince delikanlı vardır; güzel yüzlü, pek iyi huylu,
ilim âşıkı bir genç. Gün geçmiyor ki, yüreğinde, yeni bir soru filizlenmesin.
Aç, çok aç., tek gerçeğin nuruna erişme hevesinde; fakat yollar pek çeşitli ve
çetin. Delikanlının çetinden, zordan korkusu yok, "Ha.." desen,
çileye hemencecik, hazır!
Yalnız hangi yol, nasıl,
ne zaman?... Delikanlı huzursuz, delikanlı kararsız... Köyü dar gelir, ili dar
gelir, İstanbul'a atar kendini, medrese talebesi olur. Rahatlamış mıdır şimdi?
Ne gezer.. Öğrendikçe, bilgi pınarının tükenmez olduğunu görür.. Gördükçe
kâinatın içinde küçülür, zerreleşir.. şaşırır!...
Medresede molla
arkadaşları vardır, ona, erenler meclisinden söz açarlar. Kocamustafapaşa'daki
dergâhtan bahsederler, Sümbül Sinan Efendi'yi anlatırlar. Delikanlı garip bir
merakla dinler, dinler ama konuşunca dili serttir, suçlayıcıdır :
"Şeriatsızlar meclisidir o.. Ne ararsınız, ne bulursunuz orada." Der,
der ancak o garip merak sanki bir kurt olmuş, gönlünü kemirmektedir.
Öfke, ince bedenini
sarmıştır; görmeden, tanımadan, bilmeden Sümbül efendiyi suçlar. Sanki kudretli
bir nefes, şiddetli bir rüzgâr sarmıştır çevresini, onu, Kacamustafapşa'daki o
dergâha çeker. Delikanlı direnir. Direndikçe merakı artar. Geceler gündüzleri
kovalar, delikanlı sararıp solar, yüzünde yalnız gözleri iki kor gibi parlayıp
yapmakta, bakışları sonsuz bir hasreti dile getirmektedir...
Nihayet bir gün,
delikanlı, boynu bükük, gözleri yerde bir gölge gibi süzülür dergâhtan içeri.
Güzel bir yaz akşamıdır, yine her zamanki gibi, âyini seyretmek, va'zı dinlemek
için her semtten misafirler doldurmuştur orayı. Delikanlı kendini saklamak
ister, bir direğin arkasına gizlenir. Niyeti biraz dinleyip, hemen kaçmaktır.
Derken vakit gelir, Sümbül
Sinan Efendi va'za başlar, işte o zaman akıl erdiğinden, gönül duyduğundan bu
yana delikanlının içinde debreşip duran "şey" durulur. Bir sükûnet
sarar içini, gözleri kapanır, gönlü açılır... Kelime kelime ışık düşer
karanlıkların üstüne.
Hemen kaçmak mı? Hayır,
delikanlı dalmış gitmiştir. Birden O zatın kendisinden bahsettiğini duyar,
gerçi, cemaate hitap ediyordur ama : "Sizler bu dediklerimi anlıyor
musunuz; anlayamıyorsunuz. Çünkü ben, sadece o direğin ardında saklanan için
konuşuyorum, onun dilini söylüyorum. O, anlıyor!" Demiştir.
Bir korkudur sarar
delikanlıyı; kalbi çatlayacakmış gibi çarpar. Şeyh efendi ne biliyordu, ne
kadar biliyordu, nasıl?... Sonra emir üzerine onu alıp huzura getirdiler.
Delikanlı bir şey diyemedi, gözlerini yerden kaldıramadı. Uzun bir halvet faslı
sürdü. Ne konuştular, ne dediler?... Söyleştiler mi, yoksa gönüllerini mi
dinlediler?... Kelimelerin ardındaki mânâlara mı erdiler, yoksa çok ötelere mi
geçtiler?... Bilemeyiz ki.
Yalnız o gün, hırka giydi
delikanlı ve çileye soyundu. Günlerden bir gün, Sümbül Efendi, dervişleri ile
sohbet ediyordu. Söz açıldı, yeri geldi, Sümbül Efendi sordu ; "Âlemi siz
yaratmış olsaydınız, nasıl yaratırdınız?..."
Bu büyük bir sualdi,
cümlesi kendince, gönlünce, erdiğince bir cevap bulmaya çalıştı, söyledi.
Delikanlı hiç konuşmuyordu. Şeyh, ona hitap etti : "Ne dersin, âlemi sen
yaratmış olsaydın..." Delikanlı mahcup, fakat ışıl ışıl tebessüm etti :
"O âlem ki, her şey merkezinde, en güzel yerinde... Hiç bir şeyi
değiştirmek, nizamı bozmak mümkün olmazdı efendim."
O ışıl ışıl tebessüme,
Sümbül Efendi de gülümseyerek karşılık verdi, bakışları birleşti :
"Beklediğim cevap buydu oğlum, öyleyse senin ismin de bundan böyle Merkez
olsun. Merkez efendi, diye çağrıl..."
İsmi kondu, delikanlı
şükür secdesine vardı. Zaman, avuçlarındaydı artık. O, zamandı. Ölümsüz'e,
Tek'e doğru bir büyük kapı açılıyordu...
Emine IŞINSU