Gurbette
yaşıyorsanız ve geleli de henüz birkaç ay olmuşsa telefonda kısacık süren selam
sabahtan sonra herkesin sorduğu o meşhur soru ile karşılaşırsınız. Eee nasıl
bir yer anlatın bakalım?
Anlatayım
efendim. Ertesi gün bayram olduğunu unutacak kadar uzak, bayram sabahlarının
insana coşku katan telaşlarının olmadığı, sokaklarında çocukluğun yaşanmadığı,
yarenlik hattında herhangi bir ray döşenmemiş, başka yaşamlara ait bir arz.
Rüzgârlardan
başka her şeyin durduğu, sadece yaprakların hışırtılarının konuştuğu bir yer.
Çevrede çıtın çıkmadığı, insanların sus pus oturduğu bir coğrafya. Olanca
dinginliğine rağmen sokaklar etrafa cömertçe huzur saçmıyor. Kulağa çalınıp
insanı uzaklara götüren türküler yükselmiyor dükkânlardan. Yılların paslarını
biriktirdiği raylar tanıdık hikâyeler anlatmıyor.
Kimse
hasretle sarılıp uğurlanmamış ya da heyecanla beklenilmemiş gibi. İşe gitmek
için sabah erkenden yola düşüyorum. İstasyon sessiz sedasız beni bekliyor. Ufka
kadar uzanan raylara bakıp hayallere dalıyorum. Kaldırım taşlarında çınlayan
tiz topuk sesleriyle o uzun sessizlikler sekteye uğruyor ve irkiliyorum.
Manzara değişiyor.
O
tiz ses sükûneti peşinden sürüklüyor. Sonra ardında bıraktığı izlere aldırmadan
çekip gidiyor.
Yirmi
dakika sonra gelecek treni ayakta beklemeyi tercih etmiyorum o an. Dört kişilik
bankın, belki başka gelen de olur düşüncesiyle sağ köşesine oturuyorum. Kimse
oturmak istemiyor. Bank, boşluğu bekliyor. Bankta boş kalan o üç kişilik yerin
bekleyişi, benim bekleyişimle bitecek biliyorum. Ancak ben kalkarsam o bank
gerçekten boşalacak. Kaç tane insanlık treni kaçıyor bu bekleyişte kim bilir?
O
zaman yabancı olduğumu anlıyorum. Buz kesiyor zihnim, kavurucu ağustos
sıcağında. Benim yabancı, bana da yabancı olan bu ellerde. Rüzgârlar
aşılayamamış saygıyı diye geçiriyorum içimden. Bulutlar hamaset yüklü ki yağmur
ıslatamıyor kurak bakışları deyip boş vermeye çalışıyorum. Olmuyor. Canım nasıl
da secde çekiyor o an. Bir solukta ulaşabileceğim bir cami olsa da oraya
gitsem, hıçkıra hıçkıra ağlasam...
Bir
mabedin kucağına sığınmanın dayanılmaz hasreti kuşatıyor benliğimi. Bizi bu
diyara getiren niyet neydi sorusunun peşimi bırakmadığı günler oluyor. Saba
makamında ezanlarla uyanmayacağımı biliyordum. Minarelerin gölgeleri de
olmayacaktı üzerimde. Gökyüzüne en çok yakışan kırmızının dalgalanmasını uzun
uzun seyredip yeniden minnetle selamlayamayacaktım bayrağımı.
Mahzunluk
dolacaktı yanım yörem, biliyordum. Yine de bir teselli yeşeriyordu yüreğimde.
Gurbette de olsa bitişikteki evden okunan lahuti bir sesle içime işleyecekti
Yasin suresi. Unutacaktım tüm mesafeleri diye umutlar beslemiştim. Ne olacak ki
“insan mekânla değişir mi” diye içten içe telkin vermiştim gönlüme. Artık
uzaklık diye bir şey kalmamıştı diye de saydam bir avuntu uydurmuştum.
Yine
de hazırlıklı değilmiş yüreğim. Hâlbuki devasa ormanlarda kaybolup yeni
satırlarda kendimi bulmak için biçilmiş kaftan burası. Beni her şeye bağlayan
şu aidiyet duygusu olmazsa ciltlerce söz var kapıda bekleyen. Kalemin yabancısı
olmaz ama gönlüm gelememiş. Toprağımdan, gökyüzümden göçememişim… Kuşların
uyruğu yoktur insanlar gibi peki ya neden eğreti duruyorlar gözümde. Kuşları
da, gözleri de var edenin aynı olduğu hakikati ortadayken üstelik.
Gelgit
mi denir, gelgeç mi denir karar veremediğim bir yığın düşüncenin kördüğüm
olduğu bir yer burası. Tabii ki güzellikleri de var. Bazen yalnızlığı delen bir
telefon geliyor hiç tanımadığım kişilerden. Türkiye’den geldiğimizi öğrenen
birileri oluyor diğer uçta ve sesi alabildiğine kardeşlik kokuyor.
Yıllardır
biriktirdiğimiz dostlar gibi başlıyoruz muhabbete daha ilk tanışmada. Görüşmek
üzere inşallah deyip kapatınca sevinçten ağlamak böyle bir şeymiş deyip bizi
kardeş yapan Rabb’ime hamd ediyorum. Kursumuza gelen okullu küçük kızın
selamını almak için erkenden giriyorum sınıfa. Minicik ses tonu ve kocaman
yüreği ile “es-selamu aleykum” deyince sarılıp öpüyorum alnından.
Müslüman
çocukları uzak topraklarda büyütmenin kıymeti daha da artıyor gözümde. Hele
hafta sonunu gezip tozup tembellik yapmak yerine Kur’an öğrenmek için ayıran
gençleri de etrafımda gördükçe gözyaşlarım geciktiriyor derse başlamayı.
Mushaf’ı yüreğinde taşımanın mutluluğunu seyrediyorum gözlerinde.
Sonra
kalplerimize kadar ulaşan ezan sesini dinliyoruz usulca. O ezan ki hangi
renkten Müslüman’a rastlarsa tutup getiriyor secdeye. İlk Müslümanların Mekke
sokaklarındaki şecaatlerini görüyorum delikanlıların tavırlarında. Her secdede
haykırıyorlar Müslüman olduklarını.
Sekiz
dokuz yaşında var yok bir ses müezzinlik yapıyor ya namazda, işte o an çocuk
cıvıltısıyla neşeleniyor gönlüm. Her vakit sabırsızlıkla bekliyorum o çocuk
müezzini. Buğulu gözler eşliğinde söylenen “en çok ezanı özledim” sözü uzakları
yakın ediyor burada.
Mesafeleri
yok ediyor aynı safta namaza durmak ve köprüler kuruluyor yüreklere yârenlik
niyetiyle. Zaman da mekân da insan da güzelleşiyor böylece.
Sümeyra
Çelik
TOZLU RAF adlı yazmaya yeni başladığım bir kitaptan alıntı.Bu kitapta kıyıda ,köşede unutulmuya yüz tutmuş,edebiyat kütüphanemizin raflarında üzeri toz bağlamış hikaye ve yazılara yer verilecektir.
Tevessül bizden,mukadderat Allahtan .