1 Şiirin Şiiri...


Rüzgarın hoyratça şımarık estiği bir dağ başında...
gözlerini alabildiğine baharın ölümüne kilitlemiş
sesli düşüncelerini sayıklayarak
dalından düşen bir yaprak gazeli gibi
yığıldı genç adam
yüksekçe bir taşın üstünde...


Zoraki aldığı nefesi kendisine gurbet ezası
veriyorken
dudakları tir tir titriyordu
Konuşmaya dahi mecali yoktu,
güç bela fısıltılar dökülüyordu dilinden
Eylül diyordu eylül...


Ayaz bir sevdaya tutulmuş
yüreğinden vurgun yemişti belliki,
Umrunda değildi hiçbir şey
ne sevdalısından hatıra diye canı gibi sakladığı
kol saati
nede o çok sevdiği mavinin
kendisini griye boyaması...


Genç adam sadece kendisinin anlayamadığı
ve kendisini anlatamadığı bir dünyayı düşlüyor
mırıldanıyordu...
Eylül diyordu eylül...


Arada sırada ağırlaşan göz kapaklarını aralayıp
bütün yönlere parçalıyordu bakışlarını
parmağıyla karşıları gösteriyor
bana eylülden bahsedermisiniz diyordu
bütün söyleyebildikleri bu kadardı...
Eylül ise çoktan başlamıştı kendisini anlatmaya


Evlerin bacalarında güneşe veda eden kuşların eli
ayağına dolaşmış
kaderine hicret yüklenmiş kanatlarıyla
sessizliği ıslatıyorlardı şıpır şıpır...


Kapıların zillerine basıp
mutlulukları soluyarak kaçıyordu sisler
nümayişlerini takınıp kuyruklarına
kaçıyorlardı...


Kardelenler yerin kulağından bezmiş usanmış
hüzünlere kulaklarını tıkayarak
güneşe iltica ediyorlardı...
Nergisler,menekşeler,güller
kışlık mutluluklarını saklıyorlardı toprağa....


Yanlızlığa terkedilmiş ihtiyarların evlerinden ilaç
kokuları iyice kendini hissettiriyor
Duvara asılı bir tablo ışıklarından soyutlanmış
her dokunuşta beyazından küsüyordu...


Ve vakit akşam olmuş
ezan sesleri yükseliyordu vadideki cami
minarelerinden...


Rüzgarların en sevdiği melodilerdi
dağlara çarpıp gelen ezan nağmeleri
ezan döşürüp sinelerine
güneşin gölgelerine segirtiyorlardı
hiç durmak bilmeden segirtiyorlardı...


Bir çocuklar seviniyordu eylülün gelişine
tatlı uykuların arefesinde masalı bekleyen gözleriyle....
Birde ayrılık
şöhret sevdasına kapılmış ağzı kulaklarında...


Aylardan eylüldü
Eylül bir aydı sadece,
yanlız genç adama hep eylüldü dünya...


Genç adam
içini yakmış bir şiiri içiyordu ellerinden
kendi şiiriydi solmuş buğday sarısı sahifelerle
yazılan...


Aniden duyduğu bir nida ile irkildi
OKU diye inledi bir ses
Tanrı olamazdı bu sesin sahibi
kimdi bu,
kimden geliyordu bu ses...?
çok geçmeden farketti sesin sahibini
evet evet bu ses hüzünün ta kendisiydi
hüzünlü kalpleri seven rabbi
ona hüzünle seslenmişti...

OKU...

Dipsiz kuyuların iniltilerinden türküler güfteledim
duymadın
yüreğimden dört nala şiirler koşturdum satırlara
oralı dahi olmadın
serdim sofralarına katık niyetine ömrümü
gün görmemiş dünümü
umutlarımla taze pişirdigim bu günümü
hayalimle kimselere dokundurmadığım yarınımı
yinede kabullenmedin beni sevgimi
hiç pahasına harcadın aşk sermayemi...

Şimdi sustur içindeki ben adına herşeyi
Gel birde benden oku bendeki beni...


Minnet etmedim yüzün öptüğüm güllere
avuç avuç mihnetin damıtıp yüregime
nefes nefes içime çektim cefanı cevrini
Isırdım dududaklarımı hasretimin
Çıtımı çıkarmadım
Sessizce ağladım...

Benden kopardığın soğuk anılarımın koynunda
sabahladım her geceyi...

Kendimce mutluluğu sahneledim cam kenarlarında
dağları denizler gibi dalgalı görmek ne güzeldi
bakışlarımda,

Ebruli bir düşün,
yeşili boz bulanık taşlara kazıdığını görmek ne
güzeldi...
Çocukluğumda....


En garibide neydi biliyormusun.?
yaramazlık yapardım yanaklarımı okşardı annem
ben yinede anne diye ağlardım...

Yağmur sonrası söküp çıkardığı çiçeklerin kokularına
hapsedilen bir çağlayan gibiydi gözyaşlarım
zafer sarhoşluğunda mutlulukla taşan...

öylesine şen’in öylesine şen’ki sorma...

Bir ağaç dalından kocaman ormanları kurardım
kumsallara
İçimde bir uhdedir naylon oyuncaklarım olmadı hiç
arabaya benzeyen taşları arardım selgahlarda
hayal dünyamı heyecanlandırır bulurdum en
afillisinden taş arabaları...
ayazı vurmuş kalbine dünyanın
soğuk olurdu oyuncaklarım
avuçlarımda ısıtırdım...


Dere üstüne kurulu tahta köprülerde gadak atardık
arkadaşlarla
yükseklerde olmayı marifet sayardık

Şeytanın ayağı hamurdan benimki demirden der
atlardık
suya
toprağa
taşa
acırdı ayaklarımız tabanlarından kıvranırdık
Yinede bozmazdık sözümüzü
ağlamazdık...
dayanamadığımız vakitlerde kavga çıkarır
kavgayı bahane ederdik göz yaşlarımıza...


Karnını doyururduk taşların
sivri uçlarında paylaşırdık,elmaları ayvaları
hoşumuza giderse sal halleri
otlarla kareler çizer üstüne
ufacık taşlarla donatıp çizi oynardık.
Kim bilir
belkide biz taşların çocuğuyduk...


Kaderimin karasından rengine bürünürdü
lastik ayakkabılarım
karlarda güzel izler bırakır,
kar türküsü söylerlerdi okul yollarında...
hep arkalarından yırtılırlardı,
yamalardık,
Annem gözlerini benden kaçırıp
bak yenisinden daha da güzel oldu derdi...
Kar ayaklarımı ne çok severdi...


Babamın kucağında uyuyup
sarılamadım boynuna
birkez olsun çekemedim kokusunu içime
taaa cigerime...
Erkek çocuğuymuşum
şımarırmışım...
hem adetmiş,
büyükler yanında çocuk sevilmezmiş...


Ben annemin eskiyen eteğinden diktigi kitap çantamda
kurumuş ekmek kırıntılarından çekerdim
burnuma baba sevgisini...
Koklardım
öperdim
alnıma koyar
koklar yine öperdim...

Bayramlık elleriydi babamın öptüğüm ekmekler...
__________


Not : Bu yazıyı kaleme alırken akıttığım her bir
gözyaşım okuyan kalplere duam olsun...
21.09.2013 Muharrem Küçük

kendinol
( Şiirin Şiiri... başlıklı yazı kendinol tarafından 24.09.2013 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.