Uyumsuz bir renk olduğumu biliyordum
aslında hem de ta ilk günden itibaren bu yüzden en çok güneşi dışladım ama
yetmedi.
Geceye bandım yalnız ve solgun
rengimi:
Gece ve karanlıksa hızını kesmedi…
Miladi takvimden firar etmiş bir
yapraktım devamı geldi de.
Sözcüklerse beni cendereye alan bir
tutsaklıktı:
Önceleri bu kadar çok konuşmayı
sevmezdim hem ve daralan ruhumun uçuşa geçmesi lazımdı geçti de…
Muteber bir yenilgi olduğumu çok da
geç fark etmişken.
Mundar ve lekeli gölgelerse lanet
okumanın en güzel yolunu benimseyip beni köşeye sıkıştırmışken.
Bir köşe saksısıydım bilinmeyen bir
dönemde kendimi eve hapsettiğim.
Bir köşe koltuğu belki de güç bela
evlenip genç evliler beni salonun köşesine koyup da üstümü boş bırakan…
Üstelemedim ve örtümle hemhal…
Ötekileştirmedim salon takımını: ben
tozumla iştigal.
Zaten toz da kondurmazdı genç adam
karısına hatta tozunu almaya yeltenirdi evde dayalı döşeli saklı ne varsa.
Bu da yetmezmiş gibi:
Eli yatkındı yemek yapmaya gerçi
anası biricik oğlunu bir kere dahi mutfağa sokmamışken…
İklimse ötenazi yapmışken cahil ve
beynamaz rüzgâra ve evet, yılın en sıcak ayı en sıcak günü idi püfür püfür esen
rüzgârın nerede kaldığını da merak ederken şehir sakinleri…
Her şey ama her şey böyle bir günde
başladı:
Hayatın Çıfıt çarşısı iken sandık
odası…
Renklerin en müşkülü ve düşkünü iken
içimde çalan zembereği saatin ve tutarsız duygulardan çıktığım yolda tutup da
en yakınlarım beni yarı yolda bırakmışken…
Bir sözcüğe denk geldiğim ansızın.
Tek sözcükle tek cümleyle
yetinmediğim…
Bir hikâye yazdığım ama yetinmediğim.
Romanlara duyduğum aşk yetmezmiş gibi
kendi romanlarımı yazdığım.
İltimas geçendi ne de olsa yüce Tanrı
ve mademki bana yaz emrini vermişti.
Renklerle eşleşen sözcüklerim ve ben
hala en uyumsuz renktim.
Duyguların pekiştiği:
Belki de bir ara tonuydum haizi
olduğum rengin…
Beyaza meylettiğim ve beyaz kaldığım
ve karanlıkla uyumsuz.
Siyah döşenip beyaza çalım attığım.
Pastel renklerde hangisi ise sırtımı
sıvazlayan…
Yeşeren gözlerim yaşaran göğe serenat
yaptığım.
Yolluk bildiğim.
Yoldan çıktığım.
Yola geldiğim.
Yolunduğum tavuk gibi.
Yavuklumsa adresime ulaşmayan bir
sevgi.
Yarenim sözcüklerden inşa ettiğim
cennetim ve pembenin en hası.
Perdeli gözleri ve de aşkın: nakşede
kalemin donanımlı yüreği azat edilesi ömürden azadesi sevgiden ve kaybettiği
itibarını yeniden kazanmak adına…
Sonunda olan olmuştu ya da olacaktı
yoktan var edenin de vardı elbet bir bildiği.
Susan yağmur.
Susasan çöl.
Suskunun gizemi.
Tortusu dibe çökmüşken evrenin.
Çaputlar bağladığım kavak ağacı.
En uyumsuz renktim ama insanlar bana
bir şekilde uyum göstermek zorunda idiler ve uyum da göstermişlerdi hani:
Çünkü ben…
Ölümün rengiydim:
Kimine geç kalan kimine erkenden
sokulan.
Pembe yanaklı çocuğun küle döndüğü.
Yaşlı adamın soluğunun yetmediği.
Hiç ölmeyecekmişçesine yaşarken onca
insan:
Alı al moru mor.
Albenisi dışına taşan ve yorgun
tayların ayakları ile çiğnediği ölümlü bedenleri ansızın canlılığını yitiren.
İnsanlar ne kadar uzak kalırsa kalsın
benden, bir şekilde uyum gösterirlerken haiz olduğum renge üstelik her ölüm
erken bir ölüm ve uyumsuz bir renge denk düşen ta ki…
Mezara konup üstü de kapatıldıktan
sonra dikilen nice gülfidanı nice karanfil ve çiçek ve çelenk uyumsuzluğumdan
hırsını alırken ve de gücünü ne de olsa cihan gövde gösterisi yapan insanların
asla denk düşmedikleri bir er meydanı idi: son sözü de kaderin ve Tanrı’nın
söylediği…
Kâh taşlanmış kâh taçlanmış…