Benim bir arkadaşım var. Sağ olsun yazdığım yazıları kaçırmadan okur. Lakin hep mizah yazmam ona garip gelmektedir. Ona göre en çok gülen insanlar aslında en çok ağlayan insanlardır.
Doğrudur ama bir eksiği ile. En çok gülen insanlar en çok ağlayan insanlar değildir. Zamanında çok ağlamış, ağlaya ağlaya artık yavaş yavaş hissizleşmeye başlamış insanlardır en çok gülenler.
O insanlar öyle şeyler yaşamışlardır ki artık bu dünyada onları ağlatacak, hüzünlendirecek hiç bir şey yoktur. Hatta Afrika’da açlıktan yürüyemez hale gelmiş bir çocuğu , bir taraftan akbabaların, bir taraftan sineklerin yiyip bitirdiğinin fotoğrafları bile artık o kişiyi etkilemez.
İlk gördüğü anda o kızgınlıkla ana avrat söver her şeye ama anında normal ya da anormal yaşantısına yani TV deki bir eğlence programına ya da komedi filmine dönebilir.
Hüzün yazanlar pek de beğenilmez diye düşünürler. (Oysa millet vıcık vıcık melodrama bayılır öteden beri. )
Hem canım bu üç günlük dünyada kim ağlaya ağlaya muradına ermiş ki değil mi ama? O halde ne yapmak lazım? Gülmek ve güldürmek. İyi de bunun da bir mantığı olması lazım değil mi?
O mantığı bulmakta da zorlanmazlar. Çünkü oldukça akıllıdırlar aslında.
Şöyle yaparlar:
Mesela bir Nasrettin Hoca Fıkrasını ele alıp onu değişik şekilde karşınıza çıkarır ve sorarlar? ‘’ Hangisi daha güzel?’’ Yani Felsefe yapmaya bayılırlar.
Şimdi ben de öyle yapacağım ve sonra soracağım ‘’Hangisi daha güzel? ’’Diye. Ama Nasrettin Hoca’ya ve Hocalara saygısızlık yapmamak için ismi ve mesleği değiştirelim
Nasrettin Hoca ile evine gönderdiği et ve karısının bu eti eve gelen komşulara yedirip sonra da ‘’Eti kedi yedi’’ Fıkrasını bilmeyen yoktur. O bakımdan fıkranın orijinalini anlatmıyorum.
Şimdi…O fıkra şöylecene hüzünlü bir şekilde anlatılmış olsa:
----------------------------------------------------------------
Maliyeden mütekait Şerafettin Efendi bir gün çarşıda dolaşırken ‘’ Ulan anasını satayım. Biz de insanız da…İki yıldır şu midemize gram et girmedi. Bu gün hazır bizim üç aylıkları almışken bari şuradan 250 gram kadar et alayım da kocakarıya göndereyim…Akşama şöyle güzel bir etli patates yapsın’’ diye düşünür ve kasaba girer.
Şerafettin Efendi’yi hayatında ilk kez dükkanında gören kasap sorar:
-Hayırdır hacı? Bir şey mi bakmıştın?
-Et alacaktım da?
-Bildiğin koyun eti mi yani?
-Başka etler de mi var yoksa?
-Hacıııı..Muhabbet olmasın acı…Sen kimlerdensin, nesin, necisin bakalım?
-Yahu ben Bu mahalledenim. Bilemedin mi? En azından kahvede görmedin mi hiç
-Ne bilem be hacı? Senin dükkana, benim kahveye uğradığımız mı var?
-Neyse..Şuradan iki yüz elli gram kuş başı ver. Yağsız olsun.
-Hem iki yüz elli gram, hem de yağsız ha. Büyüksün babaaa.
Neyse efendim Şerafettin Efendi 250 Gram kuş başı alır ve eve doğru yürümeye başlar. O böyle yürürken cemaatten Rüstem Efendiye rastlar. Rüstem Efendi sorar?
-Mirim o elindeki ne?
Şerafettin Efendi asabi adam. Aksi mi aksi bir ihtiyar. Patlatır cevabı:
-Sana ne ulan...Ne varsa var.
-Ama mirim sizin eve doğru gidiyor.
-Sana ne dedik ya bre adam…Sana neeeee…
Rüstem Efendinin alt dudağı titrer önce…Sonra üst dudağı da titrer. Ve nihayet titreye titreye ağlamaya başlar Şerafettin Efendi’den yediği bu azar yüzünden. Tabii ki Şerafettin Efendi hiç oralı olmaz ‘’ Ağlarsa ağlasın Deyyus.’’ Der ve yoluna devam eder.
Evin yolunun daha üçte birini gitmiştir ki bu sefer de bir karga peydah olmasın mı? Namussuz F-16 gibi dalar. Dalmasıyla da Şerafettin’in elindeki paketi kapması bir olur. Şerafettin her ne kadar ‘’ Lan oğlum pişirmesini bilmezsin, yemesini bilmezsin. Bana geri ver. Ben pişirteyim sonra hep beraber yeriz.’’ Dese de karga ‘’ Pışşşşııııkkk, Naniiiik’’ diye sinir eder. N’aapsın Şerafettin Efendi? Yerden bir taş kapıp fırlattığı gibi kara karga ‘’küüüüt’’ diye yere yapışır. Şerafettin Efendi karganın gagasındaki paketi alır. Bu arada yerde can çekişmekte olan karganın kafasını da elleriyle kopartıp ‘’ Yanlış adama çattın karga efendi. Ben adamın kafasını işte böyle kopartırım.’’ Der
Yoluna devam eden Şerafettin Efendi yolda bir sürü çocuk görür. Onlardan birini yanına çağırarak ‘’ Oğlum al şu kemikleri bizim eve götür. Hanıma söyle akşama bir kemik suyuna çorba yapsın ‘’ der. ( Uyanığa da bakın hele. Pakette et olduğunu söylemiyor çocuk içinden aşırmasın diye ) Ama çocuk ‘’ Naaahhh götürürüm. Sen geçende pazara giderken bana kaval getirdin mi? Hani ne demiştin? Parayı veren düdüğü çalar. Madem öyle ver parayı götüreyim.’’ Der. Şerafettin Efendi çocuğa parayı verse bir türlü vermese bir türlü…Verse bu sümüklü sıpaya para vermek istemiyor, vermese kahvede millet onu bekliyor. Okeye dördüncü lazım. Çaresiz verir.
Şerafettin Efendi Kahvenin yolunu tutmuşken çocuk, aldığı paketi onun karısına verir. Kadın çocuğa ‘’ Bizim herife söyle komşudan aldığımız kazanın doğum sancıları tuttu. Ona göre eve erken gelsin.’’ Der. Sonra açar paketi. Pakette kemik değil de kuşbaşı eti görünce yaptığı diyeti filan unutup hemen etleri kavurur ve Allah ne verdiyse girişir. Fakat öylesine dalmıştır ki ancak tencerenin dibini bulduğunda etin bittiğini fark eder ve telaşa düşer. ‘’ Eyvah…Şerafettin beni önce öldürür, sonra da talak-ı selaseyle boşar . ’’ Diye titremeye başlar.
Akşam üzeri eve doğru yollanan Şerafettin Efendi’nin kafası fena halde bozuktur. Çünkü okeyde fena halde ütülmüştür. O kızgınlıkla eve dalar.
-Hatun yemek oldu mu?
-Oldu oldu…Ellerini yıka gel sofraya.
Şerafettin ellerini yıkar. Sofraya oturur lakin ne görse iyi..Sofrada yemek olarak kabak var. Bağırır tabii ki?
-Ulan tamam kabak cennet taamıdır da bir kez de et yiyelim dedik. Eve et gönderdik. Et nerede?
-Şey…Hık..Mık.
-Ulan angut karı. Hıklayıp mıklama. Et nerede?
-Efendi eti kedi yedi?
-Kedi mi yedi? Getir bana o kediyi bakayım.
-Kediyi de senin karakaçan yedi.
Şerafettin Efendi hemen ahıra koşar. Bakar karakaçan ot yemektedir. Hemen hayvanın ayaklarını bağlar ve kantara koyup tartmaya çalışır. Bunun üzerine eşek ‘’ Yahu ben yemedim. Hanımın kendi yedi’’ Deyince hanımı ‘’ Ayol sen bana inanmıyorsun da eşeğe mi inanıyorsun’’ Der. Bunun üzerine Şerafettin Efendi eline sopayı alır. Allah yarattı demez hanımına girişir.
Ertesi günkü tüm gazeteler: ‘’ Kadına şiddete bir yenisi daha eklendi. Çevresinde Şerafettin Efendi diye tanınan bir kişi eşekten kıskandığı karısını ahırda döve döve öldürdü. Pişman mısın diye sorulunca da Namusumu temizledim. Pişman değilim dedi.’’Diye yazarlar.
Şu anda üç aylık ağırlaştırılmış ev hapsi cezası almış olan Şerafettin Efendi kendisini ziyarete gelenlere ‘’ Tamam ben suçluyum ama onun hiç mi suçu yoktu.’’ Demektedir.
--------------------------------------------------------------------------
Şekilde de görüldüğü gibi sonu hüzünle biten fıkranın bu şekli hiç kimseyi mutlu etmedi. Peki ille de insanları mutlu etmek mi gerekir?
Elbette ki hayır ama
Seher vakti garip garip
Ötme bülbül, ötme bülbül.
Benim derdim bana yeter.
Bir dert de sen katma bülbül
mü daha güzel ve insanlar için faydalıdır. Yoksa
Pencerenin perdesini
Aç bana göster yüzünü.
Görmek için gül yüzünü
Dağları aştım da geldim
mi?
Bir pencere açtırıp bir gül yüz, bir çift gülen göz görmek mi daha güzel yoksa tüm perdeleri kapatıp ‘’ Derdimi ummana döktüm…Asumana inledim’’ Diye inlemek mi? Nasrettin Hoca olmak mı yoksa maliyeden mütekait Şerafettin Efendi olmak mı daha güzel?
Her halde en doğrusu ‘’ Dertler benim, çile benim, mutluluk senin olsun .’’ Diyebilmek.
En azından benim için öyle
( Neden İlle De Mizah / Bir Fıkra Potbörisi: Kedi Eti 7 başlıklı yazı Sami Biber tarafından 20.01.2022 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu