Aykırı olduğunu
bildiğim bir sarmalın tam da merkezindeyim. Tuhaf hem de nasıl… Sarmal mı sanal
bir kâbus mu, patavatsızlığı nüksederken o devingen hücum kadar silik iken
bunca göreceli mahareti yaşanmamışlığın?
Künyemi yeni kaybettim
ve seyreldim dilim dilim ki dillendiremediğim bir gökyüzü, muhaberatı
asılsızlığın ve görgüsüzlüğün.
Tümlenen nasıl da
doğurgan ve etken bildiğimden ziyade eremediğim bir hidayetten mesulüm. Ölgün
ve riya yüklü ne çok eylem.
Zınk, diye durdu işte o
tekeri patlak otobüs. Efsunluymuş tüm yolcular da ölüm teğet geçmiş. İsi midir
bunca muhalif beyanat yüreğin ama yok, yok, elbet vardır bir nedeni. Yine de ne
gönlün karası ne de yüzümün. Hem daha yeni cilaladım. Gözlerim irileşti ve suskunluğa
büründüm.
Bir adım ötemde ve
anlık bir hezimetle ile çaldılar ölünün kabrini. Yüklü dualarla ama her nasılsa
kabir azabından mütevellit.
Başını okşadım
bilinmezin ve görmediğime duyduğum inanç kat ve kat yükselip, aşıyor
duvarlarımı. Evet, duvarlar… Bilmediğiniz, ötelediğiniz ben’in duvarları ve her
nasılsa yıkılmaya çeyrek kala yoksa yıkıldı da mı altında kalmışım nefessiz ve
nasıl da acırken yüreğin tecellisinden değil de tesellisi iken şeytanın azabı.
Kem gözler uzak dursun,
dememe ne hacet. Deli fişek bir coğrafya şu indinde saklı tuttukları ile hedefi
on ikiden vururlarken. Adı sanı olmayan aslında hiçliğin merkezi iken şu kılı
kırk yaran her ne ise, bazen konduramadığım bazense dillendiremediğim.
Uzaklardan bir adam
haykırıyor üstelik avaz avaz. Elinde kanla yıkanmış bir çocuk fanilası. Ne
yazık ki içi boş aslında iyi ki de içi boş. Ya, adamın ağzından akan
salyalarına ne demeli? Alyansı da kan içinde. Yere eğilip kontrol ediyor hala
nefes alıp almadığını. Kaçmalı buralardan çok uzaklara sıvışmalı: İnsana dair
hiçliğin sorgulanmadığı bir mecraya yelken açmalı.
Değişmeliyim ve
değiştirmeliyim üstümü başımı. Tüm patavatsız çalkantılarından uzak durmalı
yeter ki kirlenen dünyalara ait hiçbir veri olmasın elimde. Ve safça
sırıtmalıyım ve de boş gözlerle. Dolarken gözlerim dolduramadığım yüreğimden
asılı kalan hiçbir ölü barındırmamalıyım. Kâfi bu kadar üzüntü ve hangi mertebe
ise ulaşamadığım, acele etmeye de hiç mi hiç gerek yok.
Sahne arkasından gelen
seslere bakılırsa; fazlasıyla hırçın ve kızgın melek görünümlü şeytan birikintisinden
ibaret onca insan izleği. Adı insan ama asla da ihsanı yok yaşanmışlıkların ve
yaşamaya dair hiçbir isteği de. Kılıksız ne çok öngörü ve sallantıda yine
mihrap. Temkinli olmakta fayda var ve alabildiğine uzak durmalı. Ne sakıncaları
var kim bilir de bunca isyan birikintisinde bir katre de olsa vicdandan eser
yok.
Konuşmalı mı yoksa
susarak mı bürünmeliyim o tuluata üstelik görmezden gelmem gerekenden öte
gecelerin gün olmaktan vazgeçtiği bir geleceğe uzanırken vefasız zaman.
Tükenen ne zaman ne de
insan aslında tüketilen şarjı tükenen bir telefondan ibaret. Bunca insanı
yönlendiren akıllı makineler varken kimse akıllı olduğunu iddia etmesin. Üreten
insan ama tüketilen de yine düşmüşken o çukura üstelik kendi elleriyle
kazdıkları. Evet, hepsi bir düş çukuru: gerçeklerin boğulduğu ve var olmaktan
vazgeçmiş.
Amiel’in dediği düşüyor
aklıma: ‘’Her manzara bir ruh halidir.’’
İçselleştirdiğimden
ziyade soyutladığım hatta farkına varmadan sonlandırdığım bir ömür iken hala
sahip olduğuma dair geliştirdiğim boş bir inanç.
Adı olmayan ne çok ada
ve günbegün kodlanan derken sayılardan üreyen milyarlarca insan. Parmak izleri
faklı olsa bile farkındalığını yitirmiş sonsuz haneli sayısız mizaç. Şair az mı
haykırdı; neyden ibaret olduğumuzu: ‘’Hayat okyanusunda birer adayız; aramızda
bizi tanımlayan, birbirimizden ayıran bir deniz var…’’
Adalar kadar bağımsız
olsa keşke insan ruhu ama asla bağnaz değil.
Keşke çoğaltacağımıza
kini ve nefreti azalsa şu gölgeli yoksunluğu, varlığımıza delalet hiçliğin tokadı
çarpmadan yüzümüzü. Ama öylesine yüzsüzüz ki umarsız kimliklerimizle yok
sayıyoruz adaletini ve asaletini olmayan vicdanlar kadar kayıplara karışmışken.