1
Hüzün baz bir ömrün
güncesi idi o kıvılcımın sahibi ateş deryası ve gönülsüz bir aşkın son
durağında rast geldiği demli bir şarkıydı yüreğini titreten.
Aşka namzet bir yok
oluştu belki de hiçliğin vakur tınısı ve debdebeli bir ömrün yokuşunda, hicap
yüklü bir serzenişin perde arkasında yaşanan bir nöbetti aşkın çığlığı. Aşksız
bir var oluş mademki yokluğun yoksun kıldığı bir farkındalıktı, neyin nesiydi bunca
teferruat yüklü son hıçkırık iken boğazını yakan… Dirayeti yoktu zira zehir
olmuştu öfkesi yansıyan o anlamsızlığın ceberut tesirinde iken anlık bir
tahakküm. Kadının bilip bilmediği ne ise suçlu kılınmıştı ya… Ötesi yoktu ama
öncesi vardı. Hatta öncenin de öncesi belki de kaç asırlık bir tezahür iken
yüreğin kıblesi pek de istikrarlı bir ikilem değildi doğrusu. Zaten arada kalma
ne zaman istikrarın göstergesi olabilirdi ki…
Tutanaklara yansımıştı
son sözü:
‘’Evet’’ demişti.
‘’Pişman da değilim üstelik ve keşke daha öncesinde yapsaydım payıma düşeni.’’
Hâkim değil kızmak
bilakis yürek sesinin eşliğinde… Hayır, hâkimin böyle bir hakkı yoktu çünkü bir
cana kıyılmıştı bir kez adaletin ve toplumun önünde. Bir can gitmişti ama
geride kalan kaç can kıvranıyordu. Geride kalmaktan hicap duyan bir alay insan:
Kâh elini kana bulamış bir kadın kâh hayatı kayıp giden ve yaşadığına dair
hiçbir gerekçesi olmayan üstelik yıkık bir harabe oysa öncesinde nice hayal ile
çıkmıştı yola.
Gelinlik bir kız
değildi artık.
Gelinliği ve belindeki
kuşağına kara çalınmıştı bir kez.
Hem… Hem adı çıkmıştı.
Onca insanın yüzüne nasıl bakacaktı üstelik suçlu olarak onu sorgulayan onca
bakış kısaca bir dünya insan, çalınan hayatına nazire edercesine onu acımasızca
yargılayan.
Kadının tek pişmanlığı
bu olayı örtbas etmesi gerekip, kızına destek olacağına, karaçalıyı kökünden
sökmek olmuştu.
Bir gül solmuştu ve bir
ömür yitip gitmişti.
Çok çok genç olsa da
hayali ve umudu olmayan bir hayatın pervazında ne ile mükellef olabilirdi ki
kederin haricinde.
Önceleri kimselere bir
şey söylememişti çünkü anlam veremediği bir anlamsızlık ile donatılmıştı. Hem
ne kötülük olabilirdi ki bunda sonuçta öz olmasa da babasıydı.
Hâkim sormuştu
kadına:’’Nasıl anladın?’’
Kadının kursağında
kalan ne varsa çoktan yutmuştu bile ve sadece şunu söylemişti mahkemede:
‘’Beni asın!’’
Hâkim ne kızgındı ne de
şaşkın bilakis inanılmaz sevecen:
‘’Sen kızına lazımsın
hanım…’’
Ama gerisini
getirememişti çünkü makamı buna izin vermezdi.
‘’Çok geç, beyim’’
demişti demesine de bir yandan da içi içini yiyordu Fatma kadının. Olayların bu
şekilde gelişeceğini bilseydi acaba öldürür müydü adamı?
Hâkim üstü kapalı
geçmişti bazı soruları. Yeteri kadar hüzün yüklüydü sanık sandalyesi fazlasına
ne hacet vardı ki?
Ne hacet vardı hem
bunca acının tekrar tekrar yaşatılmasına ama mecburdu bir o kadar savcı da
olayı derinlemesine inceleyip yordamak zorundaydı ne de olsa örnek teşkil
edecek davalardan biri idi topluma. Toplum, toplum olalı bu denli vahşi olmayı
nasıl kabullenmişti de böylesi olaylar tekerrür etmekteydi?
Tanıkları dinlemeye ne
hacet ne de olsa tek tanık olayın mağduruydu ve o da ne yazık ki bir kliniğe
yatmıştı yaşadığı bunca olaydan sonra yetmezmiş gibi yavuklusu da kayıplara
karışmıştı. Artık kirli bir vücudu ve delik bir ruhu vardı Zeliha’nın, güzeller
güzeli ceylanı anacığının. Saf, temiz ama mağdur ama kirletilmiş. Ne
temizleyecekti onu ölümün haricinde? Hem cehennem azabıydı yaşadığı hem de küçücük
bedenine ağır bir yük eklenmişti üstelik bir ömür yaşayacağı, silinmeyecek o
alın yazısı. Yazıyı kader yazmıştı ama kaderin bir suçu da yoktu. Günahtı isyan
etmek ve nasıl da günah bir can’a kıymak ama ya Zehra’nın canına kıymaya
yeltenen ve namusunu, masumiyetini ondan çalan… Gerçi hala masumdu çünkü olay ertesi
akli melekelerini yitirmiş, oyuncakları için hüngür hüngür ağlayan bir çocuğa
dönüşmüştü üstelik oynayacağı hiçbir oyuncağı ve oyun arkadaşı olmayan.
Az korkutmamıştı adam
onu: ‘’Sen benim manevi kızımsın, babandan bana yadigârsın. Hem, töre bu kızım.
Mademki baban genç yaşta öldü bana düşer artık sizlerin namusu. ‘’
Demek ki adam iyi
niyetliydi hem mademki babası ölmüştü, iç rahatlığı ile amcasına baba diye
hitap edebilirdi.
Bir baba kızından ne
beklerdi ki? Ve ne verebilirdi ailesine sevgi haricinde?
Sahi, çok şey bekler
miydi ya da beklediği çok mu imkânsızdı?
İlkokul son sınıftayken
babası rahatsızlanmıştı ve kasabadaki hastaneye yatmıştı talihsiz adam. Geç
kalınmamış olsa daha da yaşayacağını söylemişti doktor ama bu saatten sonra ne
gelirdi ki elden?
En zor davalarından
birini görmüş ve kararı açıklamıştı duruşma ertesi:
Ağırlaştırılmış müebbet
ve sormuştu kadına, söyleyeceği son bir şey olup olmadığını.
Bir yandan boş gözlerle
kararı dinliyor bir yandan ruhu dolaşıyordu geçmişin kıyısında…
Vasiyet etmişti adam
kardeşine:’’Onlara sahip çık yoksa hakkımı helal etmem.’’
Kadın razı gelmemişti
öncesinde ama elinden gelen bir şey yoktu hem bu ilk olan bir şey değildi. Adet
yerini bulacak ve boyun eğecekti. Çaresizdi bilmese de iç sesi yankılanıyordu
yirmi dört saat: ‘’Ondan uzak durun.’’
Ve uzak durmuştu da
kadın: Ne dokunmasına izin veriyordu ne de bir arada yatmalarına. Belli ki içi
hala sızlıyordu kocasının ölümünden sonra onun hatırasına sahip çıkmak adına.
Kadın sabit gözlerle
bakmıştı karar açıklanırken. Ne gamlıydı gözleri ne de korkutulmuş. Ama bir o
kadar nefret dolu. Ve pişmandı da kadın ne de olsa kızının yanında olamayacaktı
bir ömür. Ve bir ömür ezikliğin yarattığı hicap yüklü bekleyiş ile yaşayacaktı
üstelik neyi beklediğini bilmeden. Belki kendi ölümü idi beklediği belki de
kızından alacağı yeni bir kara haber daha. Geç olsa da adalet yerini bulmamıştı
bu sefer. Adil olan neydi ki yaptığını adil kabul edeceklerdi ve hep de
suçlayacaktı ama kendini.