Olmalı olmamalı.
Gelmeliyim yoksa
gelmesem mi…
Afakî değil mi
bocaladıklarımız ve bir o kadar ertelemek hayatı. Nasıl bir döngü ise gözümüz
kapalı kapılmış gidiyoruz yolumuzda ya da yolumuz sandığımız o ince ve uzun
çizgide.
Sakın ola ki
kaybetmeyin dengenizi. Yıllar evvelinden aklımda kalan bir söylem tam da
dilimin ucunda. İnanılmaz sevdiğim bir hocamın zikrettiği aynen şöyle idi:
-İncecik bir çizgidir
normal ve anormal tanımlamasının tam da ortasından geçen. Her ana kayabiliriz
bir taraftan diğer tarafa.
Normaliz öyle mi… Hem de
öylesine normaliz ki bir yandan acırken canımız telafi etmek adına kanatıyoruz
ve yaralıyoruz çevremizdekileri. Bilerek belki de bilmeyerek.
Normal ve anormal diye
tabir edilen kıstaslar ne olabilir ki…
Düzenli bir seyir
elbette ilk sırada. Ve sırasıyla: Doğum, eğitim, iş sahası ve evlilik ardından
dünyaya gelen çocuklarımız. Ve derken onların hayatının biçimlenmesinde rol
aldığımız aynı döngü: Onların büyüme süreci, eğitimi ve mürvetleri…
Olmazsa olmazlarımız:
Mutluluk, arayış, ihanet, sevgi diye addettiğimiz ve varlığından bihaber
olduğumuz o müphem duygu. Eşliğinde aşk diye tabir etiğimiz bir diğer sefil
duygu ve kin ve ihtiras ve hüzün ve pişmanlık.
Ve dünyanın tüm kiri
pası üstümüze bulaşan: Sayısız yalan, arkasından onca laf söylediğimiz ve
yüzüne güldüğümüz insanlar.
Merak duygumuzun
depreşen hıncı. Meraklı ve arayıcı kimliklerimiz ve derken vicdan, inanç deyip
işin işinden çıkıyoruz.
Sevmekten bahsediyoruz
diğer yandan ama en çok sevdiğimiz o dirençli egomuz değil mi. Ve derken maneviyatımız
ile öne geçmeye çalışıyoruz. Onca günah, onca yalan ve fark bile etmiyoruz
gerek kendimize gerek Allah’a söylediğimiz yalanları. Kendi kuyumuzu kazdığımız
hiç mi aklımıza gelmiyor.
Dünyamızı biçimlendirirken
nice kalpler kırıp nice dünyayı yerle bir ediyoruz.
Nerde arıyoruz mutluluğu
kim bilir? Öncelikle para denen kâğıt parçasında. Evet, pek tabii ki emeğin bir
karşılığı olmalı ve bu dünya için çalışmalıyız. Ama sevmediğimiz ne varsa
kabullenmeye çalışıyoruz ve kabul ettirmeye. Burnu Kaf dağında onca insan. Bir anda
nasıl da eriyor boyumuz arşa.
Mevki, makam, süreç,
yanılgı ve bize dair onca cevapsız soru. Ve an kendimizle baş başa kaldığımızda
bir o kadar mutsuzuz. Ne para ısıtıyor kalbimizi ne de söylediğimiz yalanlar. Beşeri
tüm gereksinimlerimizi karşılasak bile ruhumuzu doyuramıyoruz bir türlü. Can çekişen
ve aç bir ruh. Açlığımızı bastırmak isterken bir kez daha düşüyoruz ellerimizle
kazdığımız çukura.
Onca sanrı gerçek
sandığımız.
Onca insan sevdiğimize
inandığımız.
Onca soru cevabını
bulma imkânımızın olmadığı
Ve onca kimlik, sayısız
matruşka iç içe sarmalanmış.
Acınası mı komik mi
yoksa pürü pak mı kimliklerimiz. Tanımadığımız, tanımaktan imtina ettiğimiz
onca kıstas ve bir o kadar belirsizlik. Kolaysa tanımlayın zihniyetinizi ve
kolaysa çıkın işin içinden.
Umurumuzda bile değil. Bu
tamamen kişisel gelişim ve devinim ile ilintili.
Basit hayatlar, basit
istekler ve basit bilinesi çözümler.
Basit denen ne olabilir
ki zorun yanında. Peki zor diye addedilen gerçekten o kadar zor mu.
Ya hayatın tecellisi ve
muhteviyatı nerede saklı…
Gerçekten yakın mıyız
Yaratana ya da yakın olduğumuzu düşünüp çok mu uzağındayız. Yoksa sözde mi
samimi diye dile gelen duygularımız. Ya yalnızken ve baş başa iken O’nunla
gerçekten duyumsuyor muyuz yürekten. Eğer ki duyumsayabiliyorsak neden bu kadar
yanlış yapmaktayız ve neden hala mutlu değiliz. Çünkü bu bir süreç koca bir
ömür sürecek olan. Ne varsa mümkün ve elimizden geldiğince.
İhtimal dâhilinde ne varsa
ve elimizden gelmeyen nicesi. Bitmek bilmez isteklerimiz. Aç ve yorgun kayıp
ruhlarımız. Ve sanıyoruz ki ve bir o kadar da eminiz kendimize dair gerçek
sandıklarımızdan.
Gerçek ne olabilir ki?
Görünen mi görmek istediğimiz mi…
Ya göremediklerimiz,
görmezden geldiklerimiz ya da inkâr ettiğimiz tüm o sanal görüntüler.
Özümüzde nasıl da
yalnızız. Ve bir o kadar kalabalık.
Neyi neyle ispat edebiliriz
öte yandan? Ağzımızdan çıkan yalanlar mı aklımızdan ve içimizden geçen mi. Öyle
ya, zihnimizi okumuyor karşımızdaki ve ağzımızdan çıkacak tek bir kelimeye
odaklanmış ve odaklamışız da. İnanıyoruz çünkü inanmayı yürekten istiyoruz. Kanıyoruz
da ve kandırıyoruz öncelikle kendimizi. Fakat O her şeye ve herkese öylesine
vakıf ki ve bilmekte ki zafiyetlerimizi, dirayetsizliklerimizi ve de
kifayetsizliklerimizi.
Neyiz, kimiz?
Gerçek mi yoksa hayal
mi?
Nedir yaşadıklarımız?
Sahip olduklarımız mı isteklerimiz mi?
Ne istediğimizi bile
bilmiyoruz diğer yandan. Koşturup duruyoruz amaçsızca. Amaç edinmeyi amaç
edinmişiz öyle ki amaçsız bir boş vermişlikle yansıyoruz ve yansıtıyoruz.
Yeter ki var oluşumuzun
hakkını verelim ve gerçek kimliklerimizi fark edip yüzleşelim. Hele ki
böylesine mübarek bir ayda mümkün mertebe silkelenip silkeleyelim tüm
olumsuzlukları. Ruhumuzun da bedenimizin arınmaya öylesine ihtiyacı var ki…
Tüm kalbimle, hayırlı
Ramazanlar dilerim. Güzelliklerle dolu bu mübarek ayda umarım her şey gönlünüzce
olur. İnsan olmanın hatırına yeter ki yürekten duyumsayalım…