Zaman rüzgâr hızıyla
geçse de, unutmak ne mümkün zihinde yer eden anıları, anları, yılları…
Dün gibi, dünden yakın
ve ne yazık ki günden çok uzak…
Mekânlar, olaylar ve
yaşananlar: Tümü aynı gözüküyor ilk bakışta ama tutumlar öylesine değişim arz
etmiş ki: Belli ki senarist oynamalar yapmış senaryoda, yoksa senaristler mi
demeliydim…
Yerleşik değerler mi
değişti ya da zaman geriye mi aktı, yoksa zihniyetler mi farklılaştı… Aslında
cevapları bu soruların ortada ve apaçık ama…
Bırakın insan ayrımı
yapmayı olanla yetinen, var olanı kabullenen, altta sebep aramayan ve fazla
sorgulamayan insanlardık o yıllarda. Ya yaşımızın verdiği cehalet ya da dönemim
gerçekleri idi. Hoş, büyüklerimizden de aynı şeyleri görüp, sebepleniyorduk
onların düşünce ve tutumlarından.
Genel kabul görmüş
kuralların çerçevesinde yaşayıp gidiyorduk. Henüz onsekizli yaşları bile
devirmemiştik ama olgunduk da aynı zamanda. İsyan duygusundan da
nasiplenmemiştik henüz. Bırakınız ahlak dışı söylem ve yargıları, yerleşik argo
sözcükler haricinde tabir-i caizse küfür yoktu lügatimizde. Kısaca garip bir
nesildik. Kim bilir belki de ben fazlasıyla saftım ve bihaberdim olan
bitenlerden. Arayıcı ve sorgulayıcı bir kimliğim de yoktu zahir.
Gerçi muhalif
olanlarımız da yok değildi olanlara hani ama bu ne bir başkaldırıydı ne de
isyan. Sadece masum haylazlıklardı, hoş görülen ve anlık tepki yaratan.
Başımızda esen kavak
yellerinin eşliğinde mutlu bir nesildik: Biraz masum, biraz mahzun, biraz
duyarlı ve biraz da itaatkâr.
Sanırım ben de
çevremdekilere uymaya başlamıştım farkında olmadan. Nitekim bunu direkt yüzüme
yansıtan o anımı asla unutamam.
Aklı başında ve hanım
hanımcık görüntümün altında neler yatıyormuş da haberim yoktu. Yaş itibariyle
çılgın bir dönemdi ne de olsa, nasıl bir savunma sistemi geliştirmişsem artık,
hala savunurum kendimi o söylemi hatırlayınca…
İz bırakan değerli bir
şahsiyetti kendileri, edebiyat dersine olan ilgimi bilir ve her daim desteklerdi.
Hiç beklenmedik bir anda, dersin tam ortasında nasıl da utandırmıştı beni:
‘’Gülüm, hiç
beklemezdim senden. Kabak çiçeği gibi nasıl da açıldın sen…’’
Kıpkırmızı olduğum o
an, nasıl da kahkahalara boğulmuştu sınıftakiler benim dışımda tabii ki.
Tanrım, ne ayıp! Ben mi…
İyi de ben ne yapmıştım da bunu hak etmiştim?
Alt tarafı, arada
kaynatırdık tabir-i caizse, yalnız ders esnasında bu pek hoş
karşılanmamaktaydı. Eh, sonunda kadıncağız isyan etmişti!
Alt tarafı,
yaşadıklarımızın mütalaasını yapardık. Sanırım bir de o zamanlar pek bir moda
olan walkmanin sesi de fazla açık olurdu, sıra altında en popüler şarkıları
dinlerken.
Bir de formanın rengine
duyduğum antipatiden dolayı da rengârenk kazaklarımla boy gösterirdim onlara
eşlik eden tokalarımla birlikte.
Sonuç itibariyle
boyumun ölçüsünü almıştım.
Masumduk, tüm çocuklar
gibi.
Mutluyduk, dünya
yaşanılası bir yer idi o zamanlar.
Ve hiçbir şey
umurumuzda değildi.
Ayrımcılığın,
arkadaşlıkta cinsiyet farkının önemli olduğunu henüz öğrenmemiştik. Öyle ya,
ayrım gözetmeden yaşayıp gidiyorduk. Ayrımcılık ne kelime...
Kimse kimsenin özeline
girmezdi, kimse kimseyi sorgulayıp yermezdi.
Küfür mahiyetinde erkek
öğrencilerin sarf ettiği üç beş sözcük bile kızartırdı yüzümüzü.
Dersten derse koşardık…
Milli Güvenlik dersine
giren asker kökenli öğretmenimizin verdiği bilgilerden sonra, din dersine
iştirak eder ve en ince detayına kadar da öğrenirdik öğrenmemiz gerekenleri,
büyük bir saygı, sevgi ve anlayış çerçevesinde.
Kim kimdir, ne nedir
diye ince hesaplara girmezdik.
Önce çocuktuk, sonra
öğrenci ama hep insandık.
Kirlenmiş zihniyetler
yok gibi idi. Belki üç beş çürük elma vardı ama onlar da arada kaynayıp
gidiyordu.
Maddi durumlarımız,
ailelerimizin gelir seviyesi ya da yaşantı biçimlerimiz bize özeldi ve kimse de
kimseyi sorgulayıp yargılamazdı.
Gözümüz açılmamıştı
belli ki…
Tek eğlencemiz
televizyon, tiyatro ve sinema idi.
Henüz ahlak
yozlaşmamıştı.
Bırakın interneti
renkli televizyon bile yeni girmişti hayatlarımıza.
İhtiraslarımız yoktu…
Yalnız bizim mi, büyüklerimizden de görmemiştik aşırı menfi davranışlar.
Paylaşırdık, bölüşürdük…
Acımızı, tatlımızı…
Telefon görüşmelerimiz
meşhurdu akşam eve gittikten sonra. Cep telefonu henüz cenin bile değilken, vazgeçilmezimizdi
sabit hatlı telefonlarımız. Ve son noktayı güne öyle koyardık.
Biz mi farklıydık yoksa
bu gün gelinen noktada bizim de payımız var mı?
Suç teknolojide mi ya
da geçirdiğimiz evrim mi tek sebep günümüzde yaşadıklarımıza…
Ya siyasetin etkisine
ne demeli… En iyisi yorum yapmamak bu konuda yoksa sonuçlarını düşünemiyorum
bile.
Peki, masumiyet diye
bir kavram hala varlığını sürdürüyor mu yoksa artık görünmez mi olmuş.
Ama gerçek olan tek bir
şey var ki; hızlı bir değişimden geçiyoruz: Hem ülke olarak, hem dünya olarak.
Ve tek korkum; o masum çocukların temizliğini, mutluluğunu ve geleceklerini
kaybetmeleri. Daha doğrusu, kaybetmelerine engel olmalıyız.
Sonuç itibariyle, tek
yürek halinde kucaklamamız gerekirken birbirimizi savrulmuş gidiyoruz farklı
istikametlere, bilinmez karanlıklara doğru, bizi içine alıp götüren sayısız
hortumun içinde.
Gerçek anlamda,
abartısız ve acilen bir şeyler yapmalıyız… Çocuklarımız için, yetişen yeni,
genç nesiller için. Önemli olan çocuklarımızın niceliği değil, onların
nitelikli yetişip, nitelikli vasıflara sahip olmaları. Ve o çocuklar mahvolmuş
bir toplumu ve dünyayı asla ve asla hak etmiyorlar.
Mademki anne ve babalar
evlatlarını bu dünyaya getirmeye vesile oldular, biz büyükler de onların dünyasını
en güzel değerlerle inşa etmek zorundayız. Onların dünyasını, bu cennet vatanı
kirletmeye kimsenin hakkı yok. En azından yavrularımızı korumak, kollamak adına
mükellefiz tüm bunlarla.
En güzel yarınlar ve
güzel bir gelecek, onlara bırakabileceğimi yegâne miras…