Kalemim ayaklarını sürterek geldi. Bin ton sözcükleri de peşinde getirdi. Çoğu zaman dizerek kimi yerlerde ezerek her halde de sezerek bir sayfayı doldurdu. İçim doluydu içim! İçten içe ne varsa aşk, hasret, tutku; hepsi can bulmuştu. 


Yalnızlığın notalarıyla uyuduğum her gecenin sabahına yalnızlığın noktalarıyla kalkmak beni diri bir yalnız yapıyordu. Yalnızın dirisi işte! Çünkü tek meşgalem, sönmeyecek tek meşalem bir kalemin ucunda saklıydı. Onunla keşfederdim uçsuz bucaksız yolları. Yine o yolların içe dönük duraklarında kendime rastlardım.

 

Zaten hiç bitmedi kendimle savaşım. Sevişlerim de hiç bitmedi, sevdiğim insanlarım. Ama şimdi kalemin satırları doldurduğu yer kadar şu hayatta yerim var. Aşk biraz da eksilmektir ya hani kendimden o kadar verdim ki payıma eksi düştü. 


Onu sevdim. Onu da sevdim. Hatta onu da…Sanki tercih hakkım yokmuş gibi kaydırdığım sınav kağıdında karşıma çıkan tüm şıkları sevdim. Bir de baktım ki puanım hesaplanmamış. Sıfırın altı bile eksidir, ben işlemden men edilmişim. Ne anlatıp durduğum zerre umrumda değil! Ne yaşayıp durduğum kısır döngüye sürüklüyor beni. Böyle yaşamak istemezdim. Ben böyle bir hayat istemezdim.


   Psikoloğa gittim ve bana “dünya senin görmek istediğin kadar naif bir yer değil, hele ki İstanbul” dedi. “Buralardan gideceğim” dedim, “onca yaşanmışlıkları burada bırakıp defolup gideceğim.” Güldü. “Ruhunu, kafanı kısaca yaralı olan yanını değiştirmeden gittiğin her yer; sana aynı yerdir, seni aynı kucaklar.” dedi. 


Haklıydı. Kuytulara saklansam bile benliğimin amacını keşfetmeden ordan oraya savrulacaktım. Savruluyorum da. Fakat bunlar küllerim değildi; savrulan, diri yalnız ruhuma karışmış deli hududumdu. Ne istediğimi bilmiyor, ne istemediğimi bildiğim halde hep aynı yerden sınanıyordum. Özgürlük diye çıktığım bu yolda özümü unuttum. 


Öyle bir içine aldı ki beni bu şehir artık kendimden memnun değilim. Ne sevdiğim belli ne sevmediğim. Bu ikilem fazlasıyla eski halimi aratıyor. Şimdi geride tüm sistemimi saran koca bir boşluk var. Ne annem doldurabilir bunu ne de bir yar.


   Aslında hikaye şöyle başlamıştı. 


Küçük bir yerde büyümüştüm, küçük bir yerde gençliğimin bir bölümünü filizlendirdim. İlk defa bu küçük yerde delirdim. Yirmili yaşların başında işim başımdan aşkın hale geldi. Tüm dertlerime aşk, tüm demlerime acı eklendi. Güzelliğim, yerini koca bir saflığa bıraktı. Ve saflığım koca bir deneyime… 


Tecrübeymiş bunun adı; tercüme edemeyeceğim isimsiz hislerin. Kalpleri birleştiremediğim her ilişkim kalıplar halinde bir parçamı da benden alıp götürüyordu. Peki ben ne tarafa gidecektim? Tabii ki de terk edip gidecektim.


Bir terslik vardı ama bu işte! Çünkü her terk edişte kendime de uğradığım yoktu ki… Nereye ikamet ediyordu o zaman bu ruh? İlahi bir güç mü onu benden alıyordu? Artık derya deniz sorular da beni yoğurmak yerine yoruyordu. 


Bu kalabalık içinde bu yokluk, evrenin başka bir yüzünü bana döndürüyordu. Doğudan doğan bir güneş batıdan battıkça okyanusa bir kulaç daha atıyordum. Sonra yani farklı evrenlerde gezip farklı evreler yaşadıktan sonra Dünya’ya iniyor ve onun çok derin bir havuz olduğunu görüyordum. Havuz; evet, evet. Çünkü onu biz şişiriyor, içinde biz yüzüyor, sudan sebeplerle biz oynuyor ve bir kaşık suyunda da biz boğuluyorduk.


   İşte böyle. “İnsanları anlamanın yolu kendini çözmekten geçer.” derdi bir bilge. 


Bana kalırsa kendini keşfettikçe insanların anlamsızlığını anlıyorsun. Yine bana kalırsa saygı her canlıya, sevgi bitki ve hayvanlara duyulan bir duygu olarak göğsümü kabartıyor artık, insan bedenimle. 


Heveslendiğim, emeğimi verdiğim ve elimde olan şeylerin her birini insanlarla paylaştıkça, her biri teker teker parçalanıyor, sözler gözlere siper olamıyor. Ne kadar neşeli, gayretli, kısmetli isem illa tüm duygularımı sömüren bir yekvücut karşıma çıkıyor. 


Ben insan sevmeyi kolay kolay bırakmadım! Tüm bu savaş; bir insana duyduğum ilgi, sevgi, nefret ile başladı ve tüm bu harp insanlara duyduğum hissizlikle son buldu. 


Kaç kez geçmişe döndüm, vuruldum ve ölümü tattım ise şu anda artık defterimi dürdüm, oldurdum ve kötülüklere alıştım. Ben insanlara karıştığımdan beri kötü olduğumu gördükçe göz görmeyen bir baharın hayalini içimde yaşattım. Umut kaç paradır bilmem ama umurun değerini kat be kat harcadım. 


Geriye benden ne ben, ne de içimdeki o uhrevi duygu kaldı. Unutmadım, uyuttum. “Dil hep ağrıyan dişi yoklar” ya hani, canımı yakan her saniyeyi aklımda tuttum. Ardından tüm ihtirasımla intikamımı avuttum. Ve koca bir yokluğa gölgemi gömdüm. 


Az çekmedim uz gitmedim hep başa döndüm. Ben bu yaşımda kısır döngüde büyüyen ve bu yüzden açamayan bir güldüm.


TUĞSEL KARAKIRIK

( Dileksiz Gül başlıklı yazı Tuğsel Karakırık tarafından 20.03.2024 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.