Genelde ''Çaysız bir hayatı düşünemiyorum bile.'' Diyen tüm dostlara, özelde sevgili kardeşim Mustafa Gül'e ithaf edilmiştir.
-------------------------------------------------------------
Bir Ramazan ayını daha geride bıraktık şükür. Ramazan ayının sona ermesiyle
birlikte de canım ciğerim arkadaşlarım face bookta çay resimleri paylaşmaya
başlamışlar. Sabah namazından başlamışlar ben bu satırları yazdığım öğle ezanı
saatlerine kadar durmadan, ara vermeden çay içmişler bazıları.
Efendim latife mi yapıyorlar yoksa gerçekten o kadar çok çayı içtiler mi,
bilemiyorum ama fotoğraflardan bir tanesini görünce resmen şok oldum. Hangisi
diyecek olursanız 1 No lu fotoğraf...
Urfalı arkadaşım Mustafa Gül paylaşmış.
Yahu anladık, Urfalının isota olan zaafı ile Yörüğün pekmeze
olan zaafı dehşet bir şeydir.Evlerden ırak tam bir manyaklıktır ama bu kadarına da pes yani. Çayı sade içersiniz
eyvallah, şekerli içersiniz eyvallah, kıtlama içersiniz, yokluk zamanında
üzümle, kayısıyla, pestille, pekmezle içersiniz, Hintliler gibi çayı çay
olmaktan çıkarır sütle içersiniz, hatta iğrenç bir şeydir ama çaya püskevit
bile bandırır sonra yumuşayıp bardağa düşen püskeviti parmaklarınız çaya sokmak
suretiyle alıp yemeye çalışırsınız ve bu arada buz gibi olan çayı bir yudumda
lüplersiniz hepsine eyvallah da çay isotla içilir mi be mübarekler? Hem de
bardak bardak. Hem de – her ne kadar kaçak desek de- öz be öz bizim olan en
koyu demli haliyle...
Şekilde de gördüğünüz gibi içiliyormuş demek ki. Urfa’ya has bir çay içiş şekli
olsa gerek. Ya da Urfa usulü kıtlama çay böyle oluyor sanırım. Bir kıt en
acısından isot biberi kıtlayıp üzerine bir yudum çay içerek çay keyfi
yapıyorsunuz her ne kadar ben böyle bir keyfi asla anlayamayacak olsam da.
Kıtlama dedim de...Bizim memlekette ve havalisinde ( Kars, Erzurum, Van, Ağrı
ve daha pek çok Doğu Anadolu vilayetinde ) Özellikle yaşlılar kıtlama çay
içerler. Kıtlama çayın şekerine her ne kadar kesme şeker dense de asıl adı ‘’ Kelle
Şeker’’ dir. Bu şeker özel kerpetenlerle ya da keserle, çekiçle kırılır.
Rivayet olunur ki henüz dişiyle kırabilen bir baba yiğidi Yüce Rabbim
yaratmamış...Çay içen vatandaş ağzına bundan bir parça alıp eritmeden, yutmadan
yirmi bardak ammavelakin oldukça açık çay içer. ( Bizim o taraflardaki
tavşanlar ruhsuz, kansız tavşanlar olduğu için bizim tavşan kanı çaylarımız
Urfalılarınki gibi neredeyse katran karası olmaz, tam tersine Sultan Hamid'in
abdest suyu gibi bir şeydir genellikle.)
Peki hiç merak ettiniz mi çay denen içecek hayatımızda hiç olmasaydı?
Başka milletleri bilmem ama bizde çay olmasaydı her şeyden önce ince belli çay
bardakları olmazdı. Sadece misafir geldiği zaman vitrinimizden çıkardığımız,
sair günlerde bir müzelik eser muamelesi gören gümüş çay kaşıklarımız olmazdı.
Kültürümüzün ayrılmaz bir ögesi olan ve özellikle piknik alanlarına mutlaka
taşımakla mükellef olduğumuz semaverlerimiz olmazdı. Hele de çay
tabaklarımız...Gençler pek bilmezler, bir zamanlar bizim kendi ülkemizde ürettiğimiz halde ‘’
Hakiki İran malı’’ diye övündüğümüz ve her evin vitrininde baş köşeyi kapmış
olan porselen çay tabaklarımız vardı. O çay tabaklarının olmazsa olmazı da Şah
Rıza Pehlevi’nin ilk hatunu Süreyya veya
daha sonraki hatunu Farah’ın resimleriydi. Her nedense bu iki hatuna
bayılırdık. Hatta şarkılarımıza bile girmişti Farah Diba ( Pehlevi ): ‘’
İstanbul’un kızları/ Çekilmiyor nazları/ Diba formülü saçlar/ Artistliktir
pozları/ Dübeş attım yek geldi/ Bugün işler denk geldi/ Bir buseye razıydım/
Bin beş yüzlük çek geldi/ ‘’
Porselen çaydanlıklar, porselen demlikler de vardı tabii ki ve hepsi de Çin
malıydı(!) Palavra tabii ki. Dünyanın en büyük porselen ve çini koleksiyonu
Yıldız Sarayı porselen ve çini koleksiyonudur
ve çok büyük bölümü Kütahya ve İznik’te üretilmiştir. Yani Çin’in
porselenine kalmış bir millet asla değiliz ama nedense ‘’ Çaydanlığım, demliğim
hakiki Çin porseleninden’’ Diye hava atmayı pek severdik.
Çin dedim de...Çay denince Çin’in hakkını da yememek lazım. Zira çayı tüm
dünyaya tanıtan Çin. Dünyada ilk defa çay içen şahıs bir Çin İmparatoru.( Bitki
çaylarını kastetmiyorum tabii ki )
Evet, Milattan önce 2737 Yılında Çin hükümdarı Shen Nung ‘’ Batsın lan bu
dünya, koskoca İmparatorum ama gece gündüz uyumaktan başka bir halt etmiyorum.
Uyanık olduğum zamanlarda da şu salak bitkileri suda haşlayıp suyunu içmekten
gına geldi. Hayatıma anlam katmalıyım ama nasıl?’’ Diye düşünürken, bir
taraftan da ağzı açık bir kapta su kaynatıyormuş. Maksadı bu kaynayan suya
biraz sinameki, biraz ebe gümeci, biraz ısırgan, biraz da karahindiba atıp
sonra ‘’ Hay bana bunu tavsiye eden hekimin yedi göbek sülalesini..’’ Diye
küfür ede ede içmekmiş. Lakin bahçesinde bulunan çay bitkisinin yaprakları
rüzgarla uçup kaynayan suyun üstüne konmuş. İmparator ‘’ Dur len hele, bu güne
kadar her otu, b.ku içtik, bir de şu bitkinin suyunu içelim bakalım.’’ Demiş ve
ilk kez çay içmiş. İçiş o içiş.Adamda ne uyku kalmış ne stres. Birden tellak
kesesinden geçmiş turist misali yumuşacık bir herif olduğu gibi bizim uzun yol
şoförleri gibi uyku muyku dağılmış gitmiş.
Sonra?
Sonrasında İmparator Shen Nung ‘’ Her yerde bu bitkiyi ekin, dikin çoğaltın.
Millet de içsin. Ama yurt dışına çıkaranın canına okurum. Bu bitkinin adı da
‘’ÇA ‘’ olsun’’ Demiş.
Çinliler oldukça uzun süre aynen ipek gibi çayın da Çin sınırları dışına
çıkmasını önlemek için ellerinden geleni yapmışlar. Lakin öncelikle Türkler
kıllanmışlar. Bakmışlar Çinliler ‘’ Şerefe ‘’ Deyip deyip acaip renkli bir sıvı
içiyorlar. O sıvıyı içenlerde bir rahatlama, bir ferahlık...Derken yürütmüşler
çayı. Adına da da ‘’ Çay ‘’ demişler. Japonlar durur mu? Onlar da yürütmüş ve
adına onlar da Çinliler gibi ‘’Ça’’ demişler. Ruslar yürütmüş onlar da ‘’ Çay
‘’ demişler ama ‘’ Chay ‘’Olarak yazmışlar. Talas Savaşı sırasında olsa gerek
Araplar da almış bu çayı ve adına ‘’Şaye’’ Demişler.
Çay zamanla o kadar kıymetlenmiş ki para yerine çay balyaları kullanılmış değiş
tokuş aracı olarak.
1610 Yılında çay Avrupa’ya da girmiş nihayet. İllevelakin önceleri ilaç
muamelesi görmüş. Romatizma, ateş, mide ağrıları gibi rahatsızlığı olanlara
dayamışlar çayı. Sonra uyanık doktorlar ‘’ Bu çay hayat iksiridir. Çare
olmadığı hiç bir hastalık yoktur. Yaşlanmayı önler. Çay içen hep genç kalır.’’ Deyince
çay tüketimi bir anda artıvermiş. Lakin gelin görün ki her zaman yeniliklere
karşı çıkan münafıklar oluyordu. Nitekim Fransız fizikçiler ‘’Bu zıkkımın kökü
asrın en münasebetsiz yeniliğidir. Lüzumsuz ve faydasız bir şeydir.’’ Derken
Alman doktorlar ‘’ Çay içenler kırk
yaşından sonra hızlı bir şekilde ölür giderler’’ Dese de İngiliz leydileri
‘’Five O’clock Tea ‘’ Partileri düzenlemeye başlamışlar bile. Bunun üzerine
İngiliz sirleri ‘’ Bu nesne kadın milletini ev işlerinden alıkoyuyor. Derhal
yasaklansın’’ Diye isyan bayrağı açsalar da sonraları artık tüm Avrupa da çay
içmeye başlamış.
Peki Türkler çayla ilk kez ne zaman tanıştı? Çay içen ilk Türk kimdi?
Türklerin çayla tanışması Kazan Tatar Türklerinden Abdül Kayyum
Nâsırî'nin "Favakihü'l-Cülesâ" adlı eserinde anlatılıyor. Nâsiri'ye
göre çayı ilk içen Türk 12. Yüzyılda Kazakistan'da yaşayan Hoca Ahmed
Yesevî'ydi. Bir komşusunu ziyarete giden Yesevî, çayı ilk kez içmiş ve
yorgunluğunu giderdiğini söyleyerek "Hastalarınıza bundan içirin ki şifa
bulsunlar." Diye dua etmişti.
Türkiye’de ilk kez çay üretimi ne zaman başladı?
Osmanlı'da çay yetiştirmeye yönelik bilinen ilk girişim Sultan II.Abdülhamid
döneminde yapılmıştı.1892'de yayınlanan "Coğrafya-i Sınai ve Ticari"
adlı kitapta, dönemin Ticaret Nâzırı Esbak-ı( Eski Ticaret Bakanı ) İsmail
Paşa'nın aracılığı ile Çin'den getirilen çay fidanları ve tohumların Bursa'da
ekildiği ancak ekolojik koşulların uygunsuzluğu sebebiyle bu girişimin sonuçsuz
kaldığı anlatılıyor.
1917 Yılı itibariyle bazı Karadenizli vatandaşlar Batum’dan
aldıkları çay fide veya tohumlarını Rize’ye getirip dikmek suretiyle çay
üretimine başlamış olsalar da Çayın Rize için vazgeçilmez bir üretim kaynağı
olması 1924 senesinde "Rize Vilayeti ile Borçka Kazasında;
Fındık, Portakal, Limon, Mandalina, Çay Yetiştirilmesi Hakkındaki Kanun"
ile başlar.
Bu kanunun çıkarılmasında zamanın Ziraat Genel Müdürü olan Zihni Derin’in
oldukça büyük payı vardır. Çünkü Rize ve çevresinin kalkınması, bu çevrede
işsizliğin azalması veya sona ermesi için ufak çapta tarımı yapılan fındık, portakal,
mandalina ve özellikle çay üretiminin yaygınlaştırılması fikri ve ilk örnek teşebbüsler ona aittir.Yani
kısaca Türkiye’de ciddi anlamda çay üretimi Mustafa Kemal Atatürk döneminde
başlamıştır. İsmet İnönü de çaya oldukça önem vermiş ve konuyla ilgili olarak
1935 yılında ‘’ Bu bitkiye sahip çıkalım. Bu bitki Rize’yi kurtaracaktır’’
Dediği gibi 1947 de Rize’de kurulan ilk çay Fabrikası ( Merkez Çay Fabrikası )
onun direktifleriyle kurulmuştur.
Bu arada bir dönem Rize’de Ticaret Odası Başkanlığı yapan Mustafa Hulusi
Karadeniz’in Batum’da çay bahçelerini gördüğü, Batum’da gördüğü bu çay
bahçelerinden topladığı çay tohumlarını ceketinin cebine koyarak getirdiği ve
1912 de Rize’de çay üretiminin de böyle başladığı ancak Mustafa Hulusi
Karadeniz’in daha sonra Rize isyanına karıştığı gerekçesiyle idama mahkum
edilmişken, cezasının hapse çevrildiği, cezasını çektikten sonra artık
İstanbul’a yerleştiği bilinmektedir. Böyle bir hikayesi olduğu için de Rize ve
çay denince onun ismi gündeme
gelmiyormuş pek.
Mustafa Gül ile başladık, onunla noktalayalım.
Sabahtan çaya başladım
Şeytanı fena haşladım
Çatlasın, yansın şeytanlar
Hayırlı, mutlu Bayramlar
Mustafa Gül ( HAMDİ )
Evet, Cümle
Ümmet-i Muhammed’in Ramazan Bayramı kutlu ve mutlu olsun. Rabbim sağlık ve huzur dolu daha nice bayramlara
ulaşmayı nasip eylesin.
NOT: Bu yazıda aşağıdaki linkten yararlanılmıştır:
www.hurriyet.com.tr/.../cayi-kim-kesfetti-turkiyede-cay-yasaklansa-ne-olur-2901034...