İslâm peygamberi, peygamberimiz Hz. Muhammed’in 63
yıllık yaşamı mucizevi olaylarla bezeli destansı bir yaşamdır. Peygamberlik
görevi verilinceye kadarki davranışlarıyla tüm insanlığa örnek olacak
niteliktedir. Dürüst, sözüne güvenilir, alçak gönüllü, hiç ama hiç yalan
söylemeyen nice nice insanı özelliklerin tümünü kişiliğinde barındıran örnek
bir insan. Daha sonra, “Oku” emriyle başlayan kutsal görevin tüm âlemleri
yaratan Ulu Allah tarafından kendisine verilmesi.
Ne kadar
ulvi ve çetin bir görev. İnsanları yeni bir dine davet edeceksin. Onların
toplumsal statülerini değiştirmeye niyetleneceksin… Ve yalnızsın. Sadece
Allah’a güveniyorsun. Peygamberimiz insanın dayanma gücünün üstünde tüm
zorluklara göğüs gererek tek başına başladığı dinimiz İslam’ı yayma görevini
utkularla süsleyerek hayli yol alır.
Bedir,
Uhut ve Hendek Savaşları yaşanır. Gün gün inananların sayısı artar dağların
doruklarından kopup giderek büyüyen çığ örneği gibi. Medine şehri küçük bir İslam
devletine dönüşür. Peygamberimiz bu kez çağın büyük devlet başkanlarına
mektuplar yazarak onları Hak Dini İslam’a davet eder. “Elçiye zevâl olmaz”
usulünce elçiler görevlerini yapar geri dönerler. Fakat Bûsra emirine giden
Haris bin Umeyr Mute’ye vardığında emir Şurahbil bin Amr tarafından şehit
edilir. Peygamberimiz olaya çok üzülür. Olay üzücü olduğu kadar Müslümanlık
inancını hiçe sayma, Müslümanları aşağılama… anlamı taşımakta.
Peygamberimiz
olay üzerine 3000 kişilik bir ordu toplayıp orduya sefer emri verir. Orduya Hz
Zeyd’i kumandan tayın edip sancağı O’na teslim eder. Zeyd şehit olursa bu kez
sancağın Cafer’e verilmesini, Cafer de şehit olursa bu kez de sancağı Abdullah
bin Revâha verilmesini buyurur. Abdullah da şehit olursa bu kez sancağı ve kumandanlığın
başka bir sahabeye verilmesini emreder. Ordu Haris’in şehit olduğu yere kadar
gidecek. Halk İslam’a davet edilecek. Teklif kabul edilmese savaş kaçınılmaz
olacaktı.
3000
kişilik ordunun karşısına Hristiyan Araplardan oluşan 100 000 kişilik bir ordu
çıkar. İslam’ın korkusuz kahramanları kendilerinden kat be kat fazla olan
orduyla savaşa tutuşur. Maalesef, peygamberimizin bir mucize olarak söyledikleri
bir bir gerçekleşir. Sancağı taşıma görevi verilen sahabeler sıra ile şehit
düşerler…
Sancağı
bu kez sancağı ünü, cesareti ve kahramanlığı ile İslam tarihinde çok müstesna
bir yeri olan Halid bin Velid alır. Peygamberimizin savaşı izlercesine şu
sözleri söyler Medine’de: “En
sonunda sancağı Allah'ın kılıçlarından bir kılıç aldı.”
Halit, son derece zeki ve korkusuz bir kumandandı.
Ordunun sağ cenahındaki askerleri sol cenaha, sol cenahtakileri sağ cenaha,
arkadaki askerleri öne alır. Düşman,
karşılarına yeni bir güç geldi diye sarsılır. İslâm ordusu tamamen yok olmaktan
kurtularak geri çekilir. Halid bu savaşta elinde 9 kılıç kırıldığını söyler.
Savaş hicri 8 Miladi 629 yılında cereyan eder.
Demek
ki, inanç uğruna, hak ve adalet uğruna gerçek Müslümanlar ölüme “Bir gül
bahçesine girercesine” gitmiş bir zamanlar. Hak ve adaletin kusursuzca uygulandığı
devirlerde İslâm orduları Atlas kıyılarından Çin sınırlarına kadar gidip
fetihler yapmışlar. Abbasi ve Endülüs Emevileri dönemlerinde de dünya ölçeğinde
de bilim, sanat, tıp, felsefe… gibi alanlarda büyük başarılar sağlanmış İslâm
dünyasında. Nihayet Osmanlıların kuruluş ve yükseliş dönemde de başarılar
yakalanmış. O çağlardaki diğer devletlere göre askeri ve idari, sanat gibi
alanlarda… örnek icraatlar yapılmış.
Gelelim
son çağlarda ve günümüzdeki İslâm dünyasının içler acısı hallerine. Bir kere
Arap ülkelerinde demokrasi adına yaprak kımıldamıyor. Başta birleşik devletler
olmak üzere batı devletlerinin gizli ve açıktan hegemonyası altındalar. Türk
Ulusu Çanakkale’de işgalcilere dur diyerek özgürlük ateşini harlandırdı.
Nihayet ulusal Kurtuluş Savaşı ile sömürüden, işgalden kurtulduk. Tam bağımsız
olmak adına kendi kaynaklarımızla kalkınma yarışına girdik. Şimdilerde ise Nato,
stratejik ortaklık derken ABD’nin güdümünde bir ülke olduk. Güya dostuz bu
süper güçle. Bu konuda tek bir cümle saf edeceğim, ABD gibi dostu olanın
düşmana gereksinimi yoktur.
Sözün
özü şu. Son yüzyıllarda İslâm ülkelerinin hiç birisinde icat adına hiç ama
hiçbir şey yok. Özellikle petrol geliri Arap ülkelerinin yöneticileri yeşil
milyar dolarlarla oynuyorlar. Akla ziyan zenginlikleriyle şaşağa içinde
yaşıyorlar. Paralarını batının silah baronlarına yatırıyorlar. Yönettikleri
insanlar çoğunlukla sefalet içinde kıvranıyor. Ve camileri dolduruyorlar.
İbadet edip gönüllerini ferahlandırıp sözüm ona günahlarından arınıyorlar. Üretim
yok!
Rahmet
peygamberi hiçbir zaman paraya, zenginliğe özenmemiş. Sahabeler de varsıl olmak
gibi bir amaç gütmemişler. Hatta mal varlıklarını çoğunlukla adaletin, hakkın
yeşermesi için harcamışlar. Ve bu uğurda canlarını da feda etmekten çekinmemişler.
Günümüzde Müslümanım diye geçinmenin, camileri doldurup “Allah’ım
düşmanlarımıza fırsat verme…” benzeri dualar etmenin Allah katında ne gibi
anlamı olur. Batı ülkeleri uzayın derinliklerini fethe çıkmak için çalışıyor,
araç üretiyor. Bizler batının icatlarına yatırıyoruz kaynaklarımızı. Onların
fabrika mallarını alıp kullanıyoruz(!)
O
halde aynaya bakacağız uzun süre. Sonra şapkamızı ya da sarığımızı önümüze
koyup düşüneceğiz neden bu haldeyiz diye. Ayağa kalktığımızda lafla peynir
gemisinin yürümediğini anlayacağız.
Ne
yapacağız peki? Peygamberimizin dediği gibi, “İlim Çinde de olsa gidip alınız.”
Ve Atatürk’ün dediği gibi, “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.” örneği Hadis ve
özdeyişlerini kendimize Kılavuz edineceğiz. Çok çalışacağız… İşte o zaman
bağımsızlıklar yakalarız İslâm dünyalarında. Tam bağımsız olmayan ülkelerde
ibadetlerin kabul ve makbulu Allah katında ne derece sağlıklı olur? Bu soruyu
da ulema cevaplasın…