.
     .
     Duyguların yoğun yaşandığı, öfkenin gözleri kararttığı günlerde mantıklı düşünmek, doğru hareket etmek hayli zordur. Günümüzde olduğu gibi yâni.

     Daha da zoru, böyle zamanlarda siyaset üstü düşünerek, doğruları haykırabilmektir sanırım. Madem ki "SÖZ KONUSU VATANSA, GERİSİ TEFERRUAT" dedik, buna uygun hareket etmek düşer bize...

     Vatanına sevdâlı her birey gibi ben de Hollanda'nın bakanımıza, o ülkede yaşayan yurttaşlarımıza karşı vahşice tutum ve davranışlarından büyük üzüntü duydum. Resmen rencide edildik, aşağılandık.

     Ben de milyonlar gibi kendimi duygu seline kaptırarak, "Alçak Hollanda, bu yaptıkların yanına kalmayacak! Sana bunun bedelini şöyle ödeteceğiz, böyle ödeteceğiz" diyebilirdim. Lâkin, bu ve benzeri söylemlerin hiç bir anlamı yok maalesef.

     Bu gerçeği size 37 senedir Almanya'da yaşayan bir kardeşiniz olarak söylüyorum ve Türkiye'nin -yine- bir tuzağa düştüğünü görmekten büyük ızdırap duyuyorum. 

     Siyasetle ilgilenen herkes bilir ki, iktidarda gücü kaybetmemenin yöntemlerinden biri de, halkın karşısına gerçek -mümkün değilse de sanal- bir tehlike, bir tehdit, bir "öcü" koyarak, safları arzu edilen noktada ve arzu edilen hedefe göre şekillendirmek, sıkılaştırmaktır. Bir ülkeyi, ülkeleri idare etmenin en etkili yöntemlerindendir.

     Dünyada bunun sayısız örnekleri vardır. Bu öcü, kimi zaman "yahudiler", kimi zaman "komünizm" v.s. olmuş, dünya devletleri bu tehlikeye göre şekillendirilmiş, netice itibariyle silahlanma için illâ ki bir sebep üretilmiştir. Yakın tarihimizde Almanyanın Nazi dönemi buna güzel, aynı zamanda trajik bir örnektir. Yüzbinlerce Yahudi işkenceler görmüş, insanlık dışı muamelelere maruz kalmış, evleri-barkları talan edilmiş, gaz odalarında korkunç şekilde can vermişlerdir. 

     İnsan, zulüm gören, zulmün ne demek olduğunu bilen insanların, gücü ellerine geçirdiklerinde merhametle hareket edeceğine inanıyor, böyle düşünüyor. Oysa, İsrail'de iktidara gelenler de siyasetin odağına "tehlikeyi" yâni "Filistin'lileri" koyarak gücü kaybetmeme gayretine girmişlerdir. Bir zamanlar "komünizm tehlikesi"ne karşı oluşturulan "yeşil kuşak" siyaseti, soğuk savaş dönemini beraberinde getirmiş, silahlanma hız kesmeden devam etmiştir.

     Günümüzdeki ülke siyasetleri de -ne yazık ki- aynı yöntem ile şekillenmektedir. Farklı olan tek şey sanık sandalyesine oturtulan tehlikenin niteliği. Herkesin bildiği gibi bugün artık tehdit ve tehlike "İslam"dır, topyekün müslümanlardır.

     İslamofobi, öyle iki üç gün içinde zuhur etmemiştir tabi. Bu gezegende gücü elinde bulunduran "mahfiller", ki bunlar sadece siyasetçilerden ibaret değildir elbette, siyasete yön veren sermaye çevrelerini, baronları unutmamak gerekir, günümüzde yaşadıklarımızın altyapısını özenle hazırlamışlardır. Adı "İslam" olup İslam'la alakası olmayan "DEAŞ"in, türevlerinin türemesi tesadüfî değildir. Bu sayede Ortadoğu Ortaçağa gönderilmiş, mazlum milletler yıkımın şoku ile perişan iken yeni sınırlar çizilerek, yeraltı ve yerüstü kaynakları talan edilmiştir, edilmektedir.

     Geniş bir perspektiften bakan herkes rahatlıkla görür ki, İslam âlemi içinde onurlu bir şekilde ayakta durabilen, yeğâne güçlü devlet Türkiye'dir. İslam dünyasının kalesi, mazlum müslümanların umudu ve gür sesidir. 

     Batı da bunun farkındadır. Bu gücün zayıflaması, yok edilmesi arzu ve hedefleridir. Hayal ve hedeflerinde bölünmüş, parçalanmış bir Türkiye vardır.

     Son senelerde ekonomik krizler sebebiyle Avrupa Birliği ülkeleri ideallerinden uzaklaşmakta, güç kaybetmekteydi. Nitekim İngiltere'nin birlikten ayrılmasıyla parçalanma sürecine girildiğine dair analiz ve yorumlar, öngörüler artmaya başlamıştı.

     Avrupa Birliği heyecanını kaybetmişti. Kitleler mutsuz ve gelecekten umutsuzdu. Birliği birbirine bağlayan halkalar zayıflamıştı.

     Avrupa Birliğinini lokomotifi konumunda olan Almanya tabi ki bu gidişatın farkında ve bir çâre bulmak zorundaydı.

     Birlik içindeki insanları biraraya getirecek, heyecan verecek, zinde tutacak bir hedef, bir amaç gerekiyordu...Bulundu!

     Avrupa Birliği gücünü kaybetmemek, kan kaybını durdurmak için "sanık sandalyesine" İslam'ı koyarak, tehlike olarak müslümanları göstererek, bu algıyı empoze ederek kitleleri yeniden biraraya getirmeyi başardı. Öyle ki, aşırı sağ denen partilere oy kaybetme tehlikesini bertraf etmek için onlardan farklı olmayan söylemlerle siyaset yapmaya başladı.

     Günümüzde yaşadıklarımız bu siyasetin sonucu maalesef.

     Öyle olduğu içindir ki, artık demokrasiden bahsedenler ve düne kadar ifade özgürlüğünü savunanlar, her geçen gün savundukları ideallerinden uzaklaşmakta, güvenlik gerekçesiyle insan haklarını ayaklar altına almaktadırlar.

     Hollanda'da bir Bakan'ımıza yapılan hukuksuz, insanlık dışı muamelenin de, Dışişleri Bakanı'nın uçağına ülkeye giriş izni verilmeyişinin de plansız, yanlışlıkla olduğunu düşünmek saflık olur. 

     Almanya ile başlayıp, Hollanda ile devam eden, Danimarka, İsveç v.s. diğer ülkelerinin desteğini alan bu girişimlerin amacı Türkiye'yi rencide etmek, aşağılamak, öfkelendirmek, yanlışlar yapmaya zorlamaktır. 

     Oyun aslında çok açık ve görünüşte başarılıdır.

     İslamofobi Türkiye olarak ete kemiğe büründürülmüş, Avrupa Birliği devletlerindeki kitlelere somut bir "düşman", "gerçek bir tehlike" gösterilerek kitlelere taşlattırılmaya başlanmıştır. 

     Günlerdir dinlediğim yabancı ajanslar, okuduğum gazeteler, yapılan yorum ve analizler oltaya geldiğimizi, kitlelerin İslam'a, Müslümanlara, yabancılara karşı kışkırtılıp, öfkelerin Türkiye, oklarında ülkemizi yönetenlere yönlendirildiğini gösteriyor.

     Avrupa Birliği "hasta adam" konumunda iken, kitlelere sunduğu bir hedef verdiği heyecanla "cansuyu"na kavuşmuş, komadan çıkmıştır.

     Almanya ile aramızda geçen tatsız olaylar ve akabinde Hollanda ile kavgamızda haklı olabiliriz. Bu yazımın amacı haklı ya da haksızın kim olduğu sorusuna cevap bulmak değil.

     Gâyem, planlanmış bir oyuna getirildiğimizi, tuzağa düştüğümüzü anlatmaktı.

     Bir savaşta zarar görmemek imkansızdır. Çekişmelerden, kavgalardan muhakkak ki her tarafın kaybedecekleri olacaktır. Lâkin, endişem odur ki bu olaylardan ekonomimiz büyük yara alacak, ülke ve millet olarak büyük zarar göreceğiz.

     Ben bu satırları yazarken Hollanda vatandaşlarını Türkiye'ye seyehat etmemeleri konusunda uyarıyordu! Diğer Avrupa ülkelerinin de aynı yönde karar almaları an meselesi. Turizm gibi büyük bir sektörde yüzbinlerce vatandaşımızın istihdam edildiğini düşünürsek, sadece bu kararın bile ne anlam ifade ettiğini anlarız sanırım.

     Sözde İslam devletlerinden en ufak bir desteğin olmaması da gözlerden kaçmamıştır eminim ki.

     Üzüntüm o ki, hiç arzu etmediğim halde Türkiye Avrupa Birliğini parçalanmaktan kurtaran ülke olmuştur.

     Ne kadar enteresan değil mi?

     Avrupalıların en sevmedikleri siyasetçi, neticede Avrupa Birliği'ni kurtaran adam!

     Dedim ya...37 senedir Almanya'da yaşayan biri olarak baktığım pencereden gördüklerimi sizinle paylaşmak istedim.

     Tarihe not düşmek adına...

     Yanılmış olmayı o kadar isterim ki...

     Görelim Mevlam neyler...Neylerse güzel eyler.

     Rabbim Milletimize birlik, ülkemizi yönetenlere güç versin. 

     Selam ve saygılar...  
( Avrupa Birliğine Cansuyu başlıklı yazı Mecit Aktürk tarafından 13.03.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.