ABDURRAHİM KARAKOÇ’U YÂD EDERKEN

Halit Yıldırım



Giriş

Yaşadığımız anlar bir bir mazi olurken bizler de yaşlanıyoruz. Bazen geriye baktığımızda o hatıralar bir film şeridi gibi canlanıyor gözlerimizde. Kimine gülüp geçiyoruz, kimi ise yüreğimizi delip geçiyor.

Fani dünya; her gün bir dalımızı kurutuyor, bir gülümüzü solduruyor, bir yaprağımızı döküyor. Hayat veren Yaratıcı, yine fani olan bedenlerimizi bu fani âlemde bırakıp ruhlarımızı ölüm meleği Azrail’in (A.S) kanadına takıp baki âleme, edebi âleme uçuruyor. Ölüm; hayat dediğimiz bu fani rüyadan daha gerçek bir hal… Ve ölümün önünde nice sultanlar diz çöküyor, nice vazgeçilmezler vazgeçiyorlar tahtlarından, bahtlarından, eşinden, aşiyanından… Doğduğumuzda kulağımıza okunan ezanın namazı bir gün kılınıveriyor.

Bu âlemden çekip gittiğimizde geride bıraktıklarımız; “İyi adamdı” veya “kötüydü” derler ardımızdan kısaca… Ama önemli olan “iyi adamdı, Allah rahmet eylesin” dedirtebilmek mesele.

Ardında güzellikler bırakan güzel insanlar eserleriyle yâd edilirler. Onlar yıllar geçtikçe değerlenir, kıymetleri artar ve asla unutulmazlar. Mutlaka vefalı insanlar çıkar ve onları bir kez daha hatırlatır insanlara…

Güzel insanlar güzel atlara binerek terk ediyorlardı bu fani âlemi. İşte Üstad Abdurrahim Karakoç da bir güzel insandı. 7 Nisan 1932 tarihinde Kahramanmaraş ili, Elbistan ilçesine bağlı Ekinözü (Cela) köyünde başlayan dünya gurbeti 7 Haziran 2012 tarihinde Ankara’da son bulmuştu.

Abdurrahim Karakoç; kıtlık yıllarına denk gelen ve kıt imkânlarla yaşadığı ve hayatı boyunca özlem duyduğu çocukluk yıllarında şiir yazmaya başlamış ve öldüğünde geride 12 şiir kitabı ve bir de köşe yazılarından oluşan bir nesir kitabı bırakmıştı.

 

Karakoç’un Mücadelesi ve Aksiyonu

Abdurrahim Karakoç da iman ve aksiyon adamı idi. Yaşadığı dönemde Türk Edebiyatında özellikle hece şiirinde tartışmasız en büyük ustaydı. O şairliğin yanında sağlam bir fikir adamıydı aynı zamanda… O kendisini Türk İslam Ülküsüne adamış bir gönül eri, bir Alperen’di…

O yaşadığı toplumun derdiyle dertlenen bir şairdi. O ilhamını yine yaşadığı toplumsal olaylardan alıyordu. Bu meyanda ona şiir malzemesi verenler, öfkesini bileyenler: milli ve manevi değerlerimize düşmanlık eden sözde aydınlar, İslam düşmanları, iktidarların ve muhalefetin irikıyım politikacıları, ihtilal cuntacıları, bilimsel cüppeliler, entellektüel züppeler, millî soyguncular, sosyete parazitleri, sermaye sülükleri, zulüm-işkence makineleri, adalet katleden hukukçular, dalkavuklar, üçkâğıtçılar oldular.

Onun bu Koçyiğit tavrı, düz bir adam olması, yalpalamaması dostlarının değil fikri muarızlarının bile takdirini kazanmıştı. Belki 70’lerin o vurdulu kırdılı zamanlarında onun şiirlerine yapılan bestelerde isminden pek bahsetmek istemeseler de sonrasında bundan hiç gocunmadılar. Zira onun şiirlerinden yapılan ve çok tutulan şarklılar ve türkülerin bestecileri onunla aynı dünya görüşünü paylaşmayan kimselerdi.

Zamanın rüzgârıyla altüst olan dengelere, silinen çizgilere, değişen saflara şahitlik etti ama o Mehmed Akif gibi üstatlarından aldığı manevi terbiye gereği gelenin keyfi için geçmişe sövmedi, üç buçuk yolsuzun ardında zağarlık yapmadı… O hep aynı çizgide yaşadı. Fikrinde, zikrinde hiçbir sapma olmadı. Allah’a kulluk için yaşadı. Bu kulluktan hiç taviz vermedi. Bu istikamette giden trenler makas değiştirse de o iman istasyonundan ayrılmadı. “İmam ayrıldı imandan, biz de ayrıldık imamdan” diyerek çizgisinden taviz vermediğini deklare etti. Dimdik yaşadı, dimdik öldü… Hakkında açılan davaları bile bizzat kendisi savundu ve hepsinden de berat etti. Zira yanlış bir şey yapmadı…

“Hak Yol İslam Yazacağız” şiirinde kuşların göz bebeğine bile bu düstur yazmayı hedef gösterdi. Bu şiiriyle gönülleri fethetti, unutulmaz bir slogandan öte hepimize bir ideal, bir hedef oldu mısraları…

“Hâkim Beğ” şiirinde mahkemelerde bir türlü sonuçlanmayan davaları,  “Tohdur Beğ” şiirinde hastane çilemizi,  “İsyanlı Sükût” şiirinde hor görülen Anadolu insanının ruh halini en güzel bir biçimde anlattı.

“Hasan’a Mektup” yazdı, “Ha Hasan’a, ha sana” dedi ve okuyucusuna memleket ahvalini en çıplak haliyle gösterdi. “Mihriban”ları ile âşıkların yüreğini lambada yanan alev gibi titretti… Gerdanlıklar dizdi, inci gibi küpe etti kulaklara… Her biri atasözü olacak koca koca laflar etti. Günlük yazılarıyla okuyucusunu en üst perdeden uyardı, karanlık gündemlere rağmen onları aydınlattı… O nüktedan ve şairane üslubuyla okuttu kendini…

O aslında bunları okunsun diye değil bu çarpıklığa, zulme, vurguna, talana, yolsuzluğa, soysuzluğa karşı durmak adına yazdı. Yazdığı şiirlerin hiçbir mısrası, yazdığı yazıların tek bir kelimesi bile yapmacık, suni, riyakâr değildi. Hakikati ortaya koydu. Tavrını gösterdi. Zaman kalem zamanıydı ve o kılıçtan keskin kalemiyle rızaenlillah cihad etti.

Elbette bunları yaparken uluorta ve bayağı bir üslupla değil gayet sanatkârane, gayet edebi bir üslupla yazdı. Birçok hece şairi ondan etkilendi, hatta hiciv şiiri onun adıyla özdeşleşti ve bu tarz şiir yazan şairler “Karakoçvari” yazmakla isimlendirildiler. Karakoç ise katıldığı sohbetlerde genç şairlere “Gölgede duranın gölgesi olmaz, bir şairi seviniz, takdir ediniz fakat kimseye benzemeyiniz.” tavsiyesinde bulunarak onlara hep ileri bir hedef gösterdi.

 

Karakoç’un Şiiri ve Şairliği

Abdurrahim Karakoç’un şiirini ve şairliğini bilindik kalıplar içerisinde bir tasnife tabi tutmak derdine düşenler sırf hece veznini kullandı diye onu Halk Edebiyatı içerisinde değerlendirerek ona “Halk Şairi” veya “Sazsız Halk Şairi” yakıştırmasında bulunmuşlardır ki bu tasnif bize göre yanlıştır. Onu bu dar kalıba sıkıştırmak isteyenler aslında küçümsedikleri Halk Edebiyatı çerçevesinde Karakoç’u da yok etme derdine düşenlerdir.

Abdurrahim Karakoç; şiirlerinin neredeyse tamamını hece ölçüsü ile yazmıştır. Bu gerçek yadsınamaz. Ancak her hece ölçüsünü kullanan şairi Halk Edebiyatı çerçevesinde değerlendirmek yerine onu HECE ŞAİRİ olarak kabul etmek daha doğrudur.

Buradan Halk Edebiyatını küçük görmek gibi bir fikre kapıldığımız da zannedilmesin. Bu konuda daha önce yazmış olduğum “Hece Öldü mü Öldürüldü mü?” başlıklı bir yazımdan alıntı yapacağım.

“Edebiyat dönemlerini, akımlarını inceleyen edebiyat bilimcileri Hece Şiirini hep Halk Edebiyatı’nın bir parçası ve ana ögesi olarak göstermişlerdir. Hatta hece şairlerini hep Halk Edebiyatı içerisinde değerlendirmişlerdir. Oysa Halk Edebiyatı kavramı Fuat Köprülü tarafından ortaya atılmış ve Divan Edebiyatı’nın karşılığı olarak kullanılmıştır. Cumhuriyet sonrasında Divan Edebiyatı tamamen yerini yeni edebi anlayışa terk etmiş, günümüzde ise geçmişte olduğu gibi bir havas edebiyatı oluşmadığı için Cumhuriyet sonrasında bu ismin kullanılması da kanımızca yanlış bir sınıflandırmadır.

Halkı ve onun değerlerini hor gören bir zihniyetin mümessilleri köşe başlarını tutunca bu sığ ve anlamsız görüşlerini bir kural gibi insanımıza dayatmaya çalışmışlardır. Bunun sonucu her hece şairi Halk Edebiyatı içerisinde değerlendirilmesi bu tarzın dışlanmasını, hor görülmesini, küçük görülmesini de beraberinde getirmiştir. Bu cepheden bakıldığında hece şiiri her dönemde olduğu gibi günümüzde de horlanmış, basit ve köylü görülmüştür.

Oysa geçmişte Tekke Şiiri örneklerinde hem aruz hem de hece beraber kullanılmıştır. Bu gün en doğru tanımlama bu tarza HECE ŞİİRİ ve bu tarzı kullanan şairlere HECE ŞAİRİ şeklinde isimlendirilmesi olmalıdır. Bu gün Halk Edebiyatı karşılığı olarak hece şiiri ile üretilen Âşık (Ozan) Şiiri kullanılmalıdır ki bu tür de yabana atılacak, dudak bükülecek bir tür değil aksine içinde inciler saklı bir deryadır.

Prof. Dr. Şükrü Elçin  “halk” teriminin bir dönem batı edebiyatı tesirinde kalmış fikir ve edebiyat adamları tarafından sun’i olarak ortaya sürüldüğünü söylemektedir. Bu da bizim tezimizi desteklemektedir.”

Abdurrahim Karakoç, Hece Şiiri’nin öldü sayıldığı, Halk Edebiyatı’nın küçümsendiği bir ortamda şiirleriyle adeta bu çevrelere meydan okuyordu. Yukarda da belirttiğimiz gibi o, şiirlerinde bu milletin değerlerini küçümseyen bu çevreleri topa tutmuş bir fikir adamıdır.

Karakoç, bu çevreleri “kendi geçmişinden utanan, her milli unsuru gericilik addeden, maymunvari batı taklitçisi, kozmopolit zihniyet sahibi” kişiler olarak görüyordu.

Celalettin Tokmak ile yaptığı bir mülakatta Karakoç, bu mevziden atarak hece veznini vurmak isteyenleri “seviyesizlikle” suçlamıştı.

Hece şiirine saldıranlar için “Şiire meraklı, ama yazmaya muktedir olamayan insanlar” tanımını yaptı. Hem hecenin, hem kafiyenin ve hem de duygununu aynı anda verilmesinin bir maharet işi olduğunu söyledi. 

Zaten kendisi de bu konudaki görüşlerinde “bu kozmopolit çevrelerin hece diyerek saldırdıkları şiirlerin, Âşık Edebiyatımızın ürünü şiirler olduğunu, bu şiirlerin ise irticalen inşa edilen, fazla derinliği olmayan ve içerisinde fikir taşımayan şiirler olduğunu söylüyor ve bu yüzden Halk Âşıklarının ayrı bir kategoride değerlendirilmesi gerektiğini” savunuyordu. Onu “Halk Şairi” olarak değil de “Halkın Şairi” olarak vasıflandırmak daha doğru bir yaklaşımdır.

Onun hakkında Hayrullah Eraslan “Karakoç'un Üçgen Şiir Piramidi” isimli bir kitap hazırlamıştı. Kitaba verilen bu isim aslında Ağabeyi Bahattin Karakoç’a aittir. Bahattin Karakoç’a göre 'Abdurrahim Karakoç; Hak Yol İslam Yazacağız (dava)- Mihriban (sevda) -Hasan'a Mektuplar (sosyal)' şiirlerinden oluşan Üçgen Piramidinin zirvesine çıkmış bir Cihan Şairi'dir'.

Bu kitapta bendenizin de bir yazısı ve şiiri yayınlanmıştı. O yazımda da Karakoç’un bir Hece Şairi olduğu üzerinde durmuştum. Benim bu tespitim kitap hakkında Türkiye Gazetesindeki köşesinde bir değerlendirme yazısı yazan Merhum Sefa Koyuncu’nun da dikkatini çekmiş ve yazısında bu konuyu şu şekilde gündeme getirmişti:

“Abdurrahim Karakoç bir halk şairi mi, zirvede bir cihan şairi midir? Bu sualin cevabı Abdurrahim Karakoç'un yanı sıra, vezinli kafiyeli şiirin günümüz şiirindeki yerini belirleyecek olması bakımından da oldukça önemli. Bu çerçevede, 654 sayfalık söz konusu kitabı baştan sona inceledim ve gördüm ki, kitapta değerlendirmeleri yer alan yaklaşık 150 imzanın kahir ekseriyeti, "Abdurrahim Karakoç bir halk şairidir" diyor. -Ancak istisnalar da var.

Halit Yıldırım'a göre, "Abdurrahim Karakoç'a halk şairi veya sazsız halk şairi demek yanlıştır." (a.g.e, s 172) Muhsin İlyas Subaşı'na göre Abdurrahim Karakoç, Neo-Klasik bir şairdir. (a.g.e, s 340) Beşir Ayvazoğlu ise, "1932 yılında, Elbistan'ın Ekinözü köyünde şair bir babanın oğlu olarak dünyaya gelen ve beş şair kardeşten biri olan Abdurrahim Karakoç, içinden çıktığı halkın ruhunu okuyup şiirin imbiğinden geçmiştir. Bu tespitler, Abdurrahim Karakoç'u bir halk şairi olarak gördüğüm anlamına gelmez; onun şiiri halk şiirinin bin yıllık ses tecrübesine bağlı ancak bu şiirin zaaflarından arındırılmış, teknik olarak son derece sağlam, ironi yüklü, yer yer hikmeti yakalayan etkili ve çok özel bir şiirdir. Ve arkasında aslında şairin entelektüel kişiliği yatar!" diyor. (a.g.e, s 101-102)

Beşir Ayvazoğlu'nun sözünü ettiği "halk şiirinin bin yıllık ses tecrübesi" vezin ve kafiyedir ki, Türk şiirinin bel kemiğidir. Aynı tespit divan şiiri için de geçerlidir. Çağdaş Türk şairi, bu bin yıllık halk ve divan şiirinin ses tecrübesinden faydalanarak, gelenekten kopmadan yepyeni ve etkili bir ifade tarzı geliştiren kişidir ki, Abdurrahim Karakoç, bunu başarmıştır.

Günümüzde, gelenek temeli üzerine bina edilen; gerek hece gerekse aruzla yazılmış başarılı şiirlerin, "Üçüncü Yeni" olarak nitelendirilmesi de Bir ve İkinci Yeni'ye, yerinde bir tepkidir. Üçüncü Yeni, Bir ve İkinci Yeni gibi yıkıcı değil, yapıcı anlamda bir yeniliktir. 1930'larda Nazım Hikmet, 1940'larda Orhan Veli ve arkadaşları (Birinci Yeni), 1950'lerde ise İkinci Yeni şairleri, vezin ve kafiyeyi atarak Türk şiirinin bel kemiğini kırmışlardır. Abdurrahim Karakoç ise "serbest" modasına hiç kapılmadan, geleneğe bağlı kalarak yazdığı ses getiren şiirlerle, vezinli kafiyeli şiiri düştüğü yerden kaldıran, Türk şiirinin belini doğrultan büyük şairdir.”

Bu yazı da bizim görüşümüzü destekleyen bir yazı olmuştur.

Abdurrahim Karakoç’un şiirdeki bu başarısı, ne hecenin matematiğinde ne de mani gibi peş peşe gelen kafiyede aranmalıdır. O hece şiirine daha farklı bir anlam derinliği, çarpıcı bir söyleyiş tarzı getirmişti. Geleneği bu günle birleştirmeyi başarmış, hece şiirini bugünden yarınlara taşımış bir şairdi.

Kendilerini modern şair ve yazdıklarını modern şiir olarak göstermeye çalışan güruha karşı Karakoç; Celalettin Tokmak ile yaptığı bir mülakatta: “Modern şiir diye bir şiir yoktur. Aşağılık duygusuyla büyüyen, şiir yazmaktan acizlerin uydurmasıdır o deyim. Modern modadan gelir ve modanın da ömrü bellidir. Çabuk gelir, çabuk gider. Modern şiir kavramı içinde bir de “anlamsız” şiir görüyorum. Anlamı olmayan şiir modern ise ötesini hesap etmek bana düşmez.” diyerek tavrını açıkça ortaya koydu.

Karakoç; “Kendi öz değerlerimizi küçümsersek, kendi şairlerimizi ve şiirimizi ihmal edersek, batıdan gelen her şeyi ‘yeni, modern, çağdaş’ olarak görürsek o zaman elbette Türk şiiri geride kalacaktır.” görüşünü savundu. Ona göre, Batı tükenme noktasına gelirken Türk Edebiyatında ise eskiye göre daha bilgili, daha gerçekçi genç şairlerimiz yetişmektedir… O edebiyatımız adına ümitvardı.

O sanatı halkı için yaptı, yazdığı şiirlerin hepsi halkı içindi. Ona göre merkezinde insan olmayan sanat, sanat değildi.

Karakoç; gerçekten geleneksel halk şiirimize yepyeni söyleyişler, orijinal imgeler kazandırmıştı. Bu konuda Dr. Mehmet Güneş’in şu tespitlerine katılmamak elde değildir. “O, Türk halk şiirine kentli bir muhtevâ kazandırmış ve heceye yeni ufuklar açmıştır… Onun şiirlerinde basit gibi görünen öyle derin ifâdeler vardır ki, içine girip anlam denizinde ilerlediğinizde, kat kat derinliklerle karşılaşırsınız; yâni “sehl-i mümtenî”nin çok çarpıcı örneklerine şâhit olursunuz… Onun şiirlerini okuduğunuzda; suskun kalmış ve unutulmuş kekik kokulu nice kelimelerle tanışır, Türkçemizin nisyâna terk edilmiş bazı sözlerinin sizlere tebessüm ettiğini, can çekişen bâzı kelimelerin de adeta yeniden hayat bulduğunu görürsünüz…”

O bir hiciv şairiydi aynı zamanda. Ama o bazıları gibi kimseye hakaret etmedi şiirlerinde. Ona göre hakaret hiciv değildi. Onun hiciv anlayışı hem ölçülü hem de mizahiydi.  O mizahla karışık hicivleriyle hem güldürdü, hem düşündürdü, hem de muhatabına gerekli göndermeyi de yaptı.  Ama hicivi bir küfürleşme, sövme aracı olarak kullanmadı.

O hiciv yazmaya başladığında kalemi bir kılıç olur kelime dağarcığından en ince nükteleri yontuverir ve onlara yakıcı anlamlar katar. Hırsız, soysuz, vatan, millet hainlerini, din düşmanlarını yaylım ateşine tutardı.

 

Karakoç ile Tanışıklığımız

Onu lise yıllarında okuduğum “Vur Emri” kitabı ile tanıdım... Mehmet Akif ve Necip Fazıl’dan sonra üçüncü rehberim, ustam, hocam olmuştu adeta. Hangi kitabı çıksa gidip alır ve şiirlerini tekrar tekrar okurdum. Sadece okumazdım birçoğunu da ezberlerdim...

Onunla ilk ve son defa 1995 yılında Ankara’da Günalp Firmasının Hanımeli sokaktaki bürosunda karşılaştım. Hasan Sağındık, Selçuk Küpçük, Remzi Çayır ve Fehmi Güney ile kısa bir sohbetimiz olmuştu. Çok nüktedan, çok zeki bir adamdı. O anlattı bizler gülmekten kırıldık…

Bestekârlık denemelerimde kendi şiirlerimden sonra ilk bestelediğim şiirler Abdurrahim Karakoç’un şiirleriydi. Girdapta Bir Can, Sesli Düşünce, Kabil Mesajı, Hani Ya, Müslümanlar Bir Beden, Kabuktan İçe, Göç, Merhaba, Geceden Sabaha Doğru, Can Kurban, Unutursun Mihriban onun bestelediğim şiirlerindendi…

Yukarıda bir nebze bahsettiğim Hayrullah Eraslan’ın hazırladığı kitap üzerine merhum Sefa Saygılı’nın bu yazısı neşredilince kendi kendime şöyle dedim. “Ey Halit Yıldırım, birisi çıksa “Karakoç hakkında bu hükmü veren adam kimdir, mesleği nedir?” diye bir araştırsa derler ki “bu adam bir Ziraat Mühendisidir ve arada şiir ve öykü de yazar.” O zaman belki de bu kişi “Ziraatçı ne anlar edebiyattan” diyebilir. Ben bu yazı üzerine karar verdim ve o yıl Anadolu Üniversitesi AÖF Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne kaydoldum ve bu okulu bitirdim. Yani Karakoç sayesinde hem bir Hece Şairi oldum hem de ikinci bir üniversite bitirerek Edebiyat formasyonu sahibi oldum.

Kendisine ne kadar teşekkür etsem azdır.

Karakoç’a olan sevgimi yine onu anmak adına Genel Yayın Yönetmeni olduğum Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği Çorum Şubesince çıkardığımız Edebiyat Bülteni dergimizde de özel bir sayı hazırlayarak abideleştirdik. 

Dergi hakkında bir değerlendirme yapan Ramazan Avcı Hocamızın şu cümleleri de bu sevgiye şahitlik eder cinstendir. “Edebiyat Bülteni dergisinin, Cumhuriyet döneminin alpereni için en güzel özel sayıyı hazırlama gayreti, derginin kapağından baskısına, muhtevasından hacmine kadar kendini hissettirmektedir. Emeği geçenleri tebrik ediyor, şairimizi saygı ve rahmetle bir kez daha anıyorum.”

 

Karakoç’un Bağlum’daki Kabri

Emri Hak vaki olunca, bize gelen ilk haberler; onun baş koyduğu Türk İslam Ülküsü davasında önce fikir babalığını yaptığı, sonrasında ise tabi olduğu lideri, kadim dostu, Şehid Muhsin Yazıcıoğlu’nun yanına defnedileceği şeklindeydi. Taceddin Dergâhının o manevi atmosferinde, Allah dostlarıyla, velilerle diz dize, Akif’in İstiklal Marşını yazdığı divitin onlarca yıldır inleyen ahengiyle koyun koyuna ebedi istirahatgâhında yatacak diye sevinmiştim. Ancak bu olmadı…

Karakoç; Necip Fazıl’ın hayatında çok önemli bir kilometre taşı olan Abdülhakim Arvasi Hazretlerinin komşusu oldu. Oysa Üstad Necip Fazıl da öldüğünde Arvasi Hazretlerinin yanına defnedilmek için vasiyet etmişti. Ancak bu vasiyet gerçekleştirilememişti.  O yıllarda 80 darbesi olmuştu ve darbeciler bu vasiyetin gerçekleşmesine izin vermemişlerdi.

Merhum Karakoç’u Bağlum’daki kabrinde ziyaret ederken yine yüreğim burkuldu. Ustanın huzurunda dudaklarımdan Yasin-i Şerifin kelimeleri, gözlerimden ise tutamadığım yaşlar dökülüyordu. Ve huzurunda iken “Hakkını helal et ustam, senden çok şey öğrendim… Hakkını helal et…” cümlelerini fısıldadım ona:

İnşallah benim gibi manevi talebelerine hakkını helal eder üstad.

Onu anmak ne kadar güzel bir şeyse onun hakkında yazı yazmak gerçekten kolay bir iş değil. Ona olan vefa duygusu içinde yazdığım bu üç beş satır yazı onun çileli hayatı, mücadelesi karşısında çok sönük bir yazıdır.

Rabbim nasip etti geçtiğimiz hafta sonu tekrar ziyaretinde bulundum. Hem Arvasi Hazretlerinin hem Karakoç üstadın hem de Asım Köksal Hocamızın kabirlerinde sürekli ziyaretçilerinin olması insanımızın vefalı olduğunu bir kez daha gösterdi bana. Demek ki insanlar güzel eserler bıraktıklarında, örnek hayatlar yaşadıklarında Rabbim onların makamını, derecesini yüceltiyor ve onları unutturmuyor.

Karakoç üstadımıza bir kez daha rahmet diliyorum.


 

( Abdurrahim Karakoç’u Yâd Ederken başlıklı yazı Halit YILDIRIM tarafından 7.06.2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.