ABDURRAHİM
KARAKOÇ’U YÂD EDERKEN
Halit
Yıldırım
Giriş
Yaşadığımız
anlar bir bir mazi olurken bizler de yaşlanıyoruz. Bazen geriye baktığımızda o
hatıralar bir film şeridi gibi canlanıyor gözlerimizde. Kimine gülüp geçiyoruz,
kimi ise yüreğimizi delip geçiyor.
Fani
dünya; her gün bir dalımızı kurutuyor, bir gülümüzü solduruyor, bir yaprağımızı
döküyor. Hayat veren Yaratıcı, yine fani olan bedenlerimizi bu fani âlemde
bırakıp ruhlarımızı ölüm meleği Azrail’in (A.S) kanadına takıp baki âleme,
edebi âleme uçuruyor. Ölüm; hayat dediğimiz bu fani rüyadan daha gerçek bir
hal… Ve ölümün önünde nice sultanlar diz çöküyor, nice vazgeçilmezler
vazgeçiyorlar tahtlarından, bahtlarından, eşinden, aşiyanından… Doğduğumuzda
kulağımıza okunan ezanın namazı bir gün kılınıveriyor.
Bu
âlemden çekip gittiğimizde geride bıraktıklarımız; “İyi adamdı” veya “kötüydü”
derler ardımızdan kısaca… Ama önemli olan “iyi adamdı, Allah rahmet eylesin”
dedirtebilmek mesele.
Ardında
güzellikler bırakan güzel insanlar eserleriyle yâd edilirler. Onlar yıllar
geçtikçe değerlenir, kıymetleri artar ve asla unutulmazlar. Mutlaka vefalı
insanlar çıkar ve onları bir kez daha hatırlatır insanlara…
Güzel
insanlar güzel atlara binerek terk ediyorlardı bu fani âlemi. İşte Üstad
Abdurrahim Karakoç da bir güzel insandı. 7 Nisan 1932 tarihinde Kahramanmaraş
ili, Elbistan ilçesine bağlı Ekinözü (Cela) köyünde başlayan dünya gurbeti 7
Haziran 2012 tarihinde Ankara’da son bulmuştu.
Abdurrahim
Karakoç; kıtlık yıllarına denk gelen ve kıt imkânlarla yaşadığı ve hayatı
boyunca özlem duyduğu çocukluk yıllarında şiir yazmaya başlamış ve öldüğünde geride
12 şiir kitabı ve bir de köşe yazılarından oluşan bir nesir kitabı bırakmıştı.
Karakoç’un Mücadelesi ve Aksiyonu
Abdurrahim
Karakoç da iman ve aksiyon adamı idi. Yaşadığı dönemde Türk Edebiyatında
özellikle hece şiirinde tartışmasız en büyük ustaydı. O şairliğin yanında sağlam
bir fikir adamıydı aynı zamanda… O kendisini Türk İslam Ülküsüne adamış bir
gönül eri, bir Alperen’di…
O
yaşadığı toplumun derdiyle dertlenen bir şairdi. O ilhamını yine yaşadığı
toplumsal olaylardan alıyordu. Bu meyanda ona şiir malzemesi verenler, öfkesini
bileyenler: milli ve manevi değerlerimize düşmanlık eden sözde aydınlar, İslam
düşmanları, iktidarların ve muhalefetin irikıyım politikacıları, ihtilal
cuntacıları, bilimsel cüppeliler, entellektüel züppeler, millî soyguncular,
sosyete parazitleri, sermaye sülükleri, zulüm-işkence makineleri, adalet
katleden hukukçular, dalkavuklar, üçkâğıtçılar oldular.
Onun
bu Koçyiğit tavrı, düz bir adam olması, yalpalamaması dostlarının değil fikri
muarızlarının bile takdirini kazanmıştı. Belki 70’lerin o vurdulu kırdılı
zamanlarında onun şiirlerine yapılan bestelerde isminden pek bahsetmek
istemeseler de sonrasında bundan hiç gocunmadılar. Zira onun şiirlerinden
yapılan ve çok tutulan şarklılar ve türkülerin bestecileri onunla aynı dünya
görüşünü paylaşmayan kimselerdi.
Zamanın
rüzgârıyla altüst olan dengelere, silinen çizgilere, değişen saflara şahitlik
etti ama o Mehmed Akif gibi üstatlarından aldığı manevi terbiye gereği gelenin
keyfi için geçmişe sövmedi, üç buçuk yolsuzun ardında zağarlık yapmadı… O hep
aynı çizgide yaşadı. Fikrinde, zikrinde hiçbir sapma olmadı. Allah’a kulluk
için yaşadı. Bu kulluktan hiç taviz vermedi. Bu istikamette giden trenler makas
değiştirse de o iman istasyonundan ayrılmadı. “İmam ayrıldı imandan, biz de ayrıldık imamdan” diyerek çizgisinden
taviz vermediğini deklare etti. Dimdik yaşadı, dimdik öldü… Hakkında açılan
davaları bile bizzat kendisi savundu ve hepsinden de berat etti. Zira yanlış
bir şey yapmadı…
“Hak Yol İslam Yazacağız” şiirinde
kuşların göz bebeğine bile bu düstur yazmayı hedef gösterdi. Bu şiiriyle gönülleri
fethetti, unutulmaz bir slogandan öte hepimize bir ideal, bir hedef oldu
mısraları…
“Hâkim Beğ”
şiirinde mahkemelerde bir türlü sonuçlanmayan davaları, “Tohdur
Beğ” şiirinde hastane çilemizi, “İsyanlı Sükût” şiirinde hor görülen
Anadolu insanının ruh halini en güzel bir biçimde anlattı.
“Hasan’a Mektup”
yazdı, “Ha Hasan’a, ha sana” dedi ve
okuyucusuna memleket ahvalini en çıplak haliyle gösterdi. “Mihriban”ları ile âşıkların yüreğini lambada yanan alev gibi titretti…
Gerdanlıklar dizdi, inci gibi küpe etti kulaklara… Her biri atasözü olacak koca
koca laflar etti. Günlük yazılarıyla okuyucusunu en üst perdeden uyardı,
karanlık gündemlere rağmen onları aydınlattı… O nüktedan ve şairane üslubuyla
okuttu kendini…
O aslında bunları okunsun
diye değil bu çarpıklığa, zulme, vurguna, talana, yolsuzluğa, soysuzluğa karşı
durmak adına yazdı. Yazdığı şiirlerin hiçbir mısrası, yazdığı yazıların tek bir
kelimesi bile yapmacık, suni, riyakâr değildi. Hakikati ortaya koydu. Tavrını
gösterdi. Zaman kalem zamanıydı ve o kılıçtan keskin kalemiyle rızaenlillah
cihad etti.
Elbette bunları yaparken
uluorta ve bayağı bir üslupla değil gayet sanatkârane, gayet edebi bir üslupla
yazdı. Birçok hece şairi ondan etkilendi, hatta hiciv şiiri onun adıyla
özdeşleşti ve bu tarz şiir yazan şairler “Karakoçvari”
yazmakla isimlendirildiler. Karakoç ise katıldığı sohbetlerde genç şairlere “Gölgede duranın gölgesi olmaz, bir şairi
seviniz, takdir ediniz fakat kimseye benzemeyiniz.” tavsiyesinde bulunarak
onlara hep ileri bir hedef gösterdi.
Karakoç’un Şiiri ve Şairliği
Abdurrahim Karakoç’un
şiirini ve şairliğini bilindik kalıplar içerisinde bir tasnife tabi tutmak
derdine düşenler sırf hece veznini kullandı diye onu Halk Edebiyatı içerisinde
değerlendirerek ona “Halk Şairi” veya “Sazsız Halk Şairi” yakıştırmasında
bulunmuşlardır ki bu tasnif bize göre yanlıştır. Onu bu dar kalıba sıkıştırmak
isteyenler aslında küçümsedikleri Halk Edebiyatı çerçevesinde Karakoç’u da yok
etme derdine düşenlerdir.
Abdurrahim Karakoç;
şiirlerinin neredeyse tamamını hece ölçüsü ile yazmıştır. Bu gerçek yadsınamaz.
Ancak her hece ölçüsünü kullanan şairi Halk Edebiyatı çerçevesinde
değerlendirmek yerine onu HECE ŞAİRİ olarak
kabul etmek daha doğrudur.
Buradan Halk Edebiyatını
küçük görmek gibi bir fikre kapıldığımız da zannedilmesin. Bu konuda daha önce
yazmış olduğum “Hece Öldü mü Öldürüldü mü?” başlıklı bir yazımdan alıntı
yapacağım.
“Edebiyat dönemlerini,
akımlarını inceleyen edebiyat bilimcileri Hece Şiirini hep Halk Edebiyatı’nın
bir parçası ve ana ögesi olarak göstermişlerdir. Hatta hece şairlerini hep Halk
Edebiyatı içerisinde değerlendirmişlerdir. Oysa Halk Edebiyatı kavramı Fuat
Köprülü tarafından ortaya atılmış ve Divan Edebiyatı’nın karşılığı olarak
kullanılmıştır. Cumhuriyet sonrasında Divan Edebiyatı tamamen yerini yeni edebi
anlayışa terk etmiş, günümüzde ise geçmişte olduğu gibi bir havas edebiyatı
oluşmadığı için Cumhuriyet sonrasında bu ismin kullanılması da kanımızca yanlış
bir sınıflandırmadır.
Halkı ve onun değerlerini
hor gören bir zihniyetin mümessilleri köşe başlarını tutunca bu sığ ve anlamsız
görüşlerini bir kural gibi insanımıza dayatmaya çalışmışlardır. Bunun sonucu
her hece şairi Halk Edebiyatı içerisinde değerlendirilmesi bu tarzın
dışlanmasını, hor görülmesini, küçük görülmesini de beraberinde getirmiştir. Bu
cepheden bakıldığında hece şiiri her dönemde olduğu gibi günümüzde de
horlanmış, basit ve köylü görülmüştür.
Oysa geçmişte Tekke Şiiri
örneklerinde hem aruz hem de hece beraber kullanılmıştır. Bu gün en doğru
tanımlama bu tarza HECE ŞİİRİ ve bu
tarzı kullanan şairlere HECE ŞAİRİ
şeklinde isimlendirilmesi olmalıdır. Bu gün Halk Edebiyatı karşılığı olarak
hece şiiri ile üretilen Âşık (Ozan) Şiiri kullanılmalıdır ki bu tür de yabana
atılacak, dudak bükülecek bir tür değil aksine içinde inciler saklı bir
deryadır.
Prof. Dr. Şükrü
Elçin “halk” teriminin bir dönem batı
edebiyatı tesirinde kalmış fikir ve edebiyat adamları tarafından sun’i olarak
ortaya sürüldüğünü söylemektedir. Bu da bizim tezimizi desteklemektedir.”
Abdurrahim Karakoç, Hece Şiiri’nin
öldü sayıldığı, Halk Edebiyatı’nın küçümsendiği bir ortamda şiirleriyle adeta
bu çevrelere meydan okuyordu. Yukarda da belirttiğimiz gibi o, şiirlerinde bu
milletin değerlerini küçümseyen bu çevreleri topa tutmuş bir fikir adamıdır.
Karakoç, bu çevreleri “kendi
geçmişinden utanan, her milli unsuru gericilik addeden, maymunvari batı
taklitçisi, kozmopolit zihniyet sahibi” kişiler olarak görüyordu.
Celalettin Tokmak ile
yaptığı bir mülakatta Karakoç, bu mevziden atarak hece veznini vurmak isteyenleri
“seviyesizlikle” suçlamıştı.
Hece şiirine saldıranlar için “Şiire meraklı, ama yazmaya muktedir olamayan insanlar” tanımını
yaptı. Hem hecenin, hem kafiyenin ve hem de duygununu aynı anda verilmesinin
bir maharet işi olduğunu söyledi.
Zaten kendisi de bu
konudaki görüşlerinde “bu kozmopolit çevrelerin hece diyerek saldırdıkları
şiirlerin, Âşık Edebiyatımızın ürünü şiirler olduğunu, bu şiirlerin ise
irticalen inşa edilen, fazla derinliği olmayan ve içerisinde fikir taşımayan
şiirler olduğunu söylüyor ve bu yüzden Halk Âşıklarının ayrı bir kategoride
değerlendirilmesi gerektiğini” savunuyordu. Onu “Halk Şairi” olarak değil de “Halkın
Şairi” olarak vasıflandırmak daha doğru bir yaklaşımdır.
Onun hakkında Hayrullah
Eraslan “Karakoç'un Üçgen Şiir Piramidi” isimli bir kitap hazırlamıştı. Kitaba
verilen bu isim aslında Ağabeyi Bahattin Karakoç’a aittir. Bahattin Karakoç’a
göre 'Abdurrahim Karakoç; Hak Yol İslam Yazacağız (dava)- Mihriban (sevda)
-Hasan'a Mektuplar (sosyal)' şiirlerinden oluşan Üçgen Piramidinin zirvesine
çıkmış bir Cihan Şairi'dir'.
Bu kitapta bendenizin de
bir yazısı ve şiiri yayınlanmıştı. O yazımda da Karakoç’un bir Hece Şairi
olduğu üzerinde durmuştum. Benim bu tespitim kitap hakkında Türkiye
Gazetesindeki köşesinde bir değerlendirme yazısı yazan Merhum Sefa Koyuncu’nun
da dikkatini çekmiş ve yazısında bu konuyu şu şekilde gündeme getirmişti:
“Abdurrahim Karakoç bir
halk şairi mi, zirvede bir cihan şairi midir? Bu sualin cevabı Abdurrahim
Karakoç'un yanı sıra, vezinli kafiyeli şiirin günümüz şiirindeki yerini
belirleyecek olması bakımından da oldukça önemli. Bu çerçevede, 654 sayfalık
söz konusu kitabı baştan sona inceledim ve gördüm ki, kitapta değerlendirmeleri
yer alan yaklaşık 150 imzanın kahir ekseriyeti, "Abdurrahim Karakoç bir
halk şairidir" diyor. -Ancak istisnalar da var.
Halit Yıldırım'a göre,
"Abdurrahim Karakoç'a halk şairi veya sazsız halk şairi demek
yanlıştır." (a.g.e, s 172) Muhsin İlyas Subaşı'na göre Abdurrahim Karakoç,
Neo-Klasik bir şairdir. (a.g.e, s 340) Beşir Ayvazoğlu ise, "1932 yılında,
Elbistan'ın Ekinözü köyünde şair bir babanın oğlu olarak dünyaya gelen ve beş
şair kardeşten biri olan Abdurrahim Karakoç, içinden çıktığı halkın ruhunu
okuyup şiirin imbiğinden geçmiştir. Bu tespitler, Abdurrahim Karakoç'u bir halk
şairi olarak gördüğüm anlamına gelmez; onun şiiri halk şiirinin bin yıllık ses
tecrübesine bağlı ancak bu şiirin zaaflarından arındırılmış, teknik olarak son
derece sağlam, ironi yüklü, yer yer hikmeti yakalayan etkili ve çok özel bir
şiirdir. Ve arkasında aslında şairin entelektüel kişiliği yatar!" diyor.
(a.g.e, s 101-102)
Beşir Ayvazoğlu'nun
sözünü ettiği "halk şiirinin bin yıllık ses tecrübesi" vezin ve
kafiyedir ki, Türk şiirinin bel kemiğidir. Aynı tespit divan şiiri için de
geçerlidir. Çağdaş Türk şairi, bu bin yıllık halk ve divan şiirinin ses
tecrübesinden faydalanarak, gelenekten kopmadan yepyeni ve etkili bir ifade tarzı
geliştiren kişidir ki, Abdurrahim Karakoç, bunu başarmıştır.
Günümüzde, gelenek temeli
üzerine bina edilen; gerek hece gerekse aruzla yazılmış başarılı şiirlerin,
"Üçüncü Yeni" olarak nitelendirilmesi de Bir ve İkinci Yeni'ye,
yerinde bir tepkidir. Üçüncü Yeni, Bir ve İkinci Yeni gibi yıkıcı değil, yapıcı
anlamda bir yeniliktir. 1930'larda Nazım Hikmet, 1940'larda Orhan Veli ve
arkadaşları (Birinci Yeni), 1950'lerde ise İkinci Yeni şairleri, vezin ve
kafiyeyi atarak Türk şiirinin bel kemiğini kırmışlardır. Abdurrahim Karakoç ise
"serbest" modasına hiç kapılmadan, geleneğe bağlı kalarak yazdığı ses
getiren şiirlerle, vezinli kafiyeli şiiri düştüğü yerden kaldıran, Türk
şiirinin belini doğrultan büyük şairdir.”
Bu yazı da bizim
görüşümüzü destekleyen bir yazı olmuştur.
Abdurrahim Karakoç’un
şiirdeki bu başarısı, ne hecenin matematiğinde ne de mani gibi peş peşe gelen
kafiyede aranmalıdır. O hece şiirine daha farklı bir anlam derinliği, çarpıcı
bir söyleyiş tarzı getirmişti. Geleneği bu günle birleştirmeyi başarmış, hece
şiirini bugünden yarınlara taşımış bir şairdi.
Kendilerini modern şair
ve yazdıklarını modern şiir olarak göstermeye çalışan güruha karşı Karakoç;
Celalettin Tokmak ile yaptığı bir mülakatta: “Modern şiir diye bir şiir yoktur. Aşağılık duygusuyla büyüyen, şiir
yazmaktan acizlerin uydurmasıdır o deyim. Modern modadan gelir ve modanın da
ömrü bellidir. Çabuk gelir, çabuk gider. Modern şiir kavramı içinde bir de
“anlamsız” şiir görüyorum. Anlamı olmayan şiir modern ise ötesini hesap etmek
bana düşmez.” diyerek tavrını açıkça ortaya koydu.
Karakoç; “Kendi öz değerlerimizi küçümsersek, kendi
şairlerimizi ve şiirimizi ihmal edersek, batıdan gelen her şeyi ‘yeni, modern,
çağdaş’ olarak görürsek o zaman elbette Türk şiiri geride kalacaktır.”
görüşünü savundu. Ona göre, Batı tükenme noktasına gelirken Türk Edebiyatında
ise eskiye göre daha bilgili, daha gerçekçi genç şairlerimiz yetişmektedir… O
edebiyatımız adına ümitvardı.
O sanatı halkı için yaptı, yazdığı şiirlerin hepsi halkı
içindi. Ona göre merkezinde insan olmayan sanat, sanat değildi.
Karakoç; gerçekten
geleneksel halk şiirimize yepyeni söyleyişler, orijinal imgeler kazandırmıştı.
Bu konuda Dr. Mehmet Güneş’in şu tespitlerine katılmamak elde değildir. “O,
Türk halk şiirine kentli bir muhtevâ kazandırmış ve heceye yeni ufuklar
açmıştır… Onun şiirlerinde basit gibi görünen öyle derin ifâdeler vardır ki,
içine girip anlam denizinde ilerlediğinizde, kat kat derinliklerle
karşılaşırsınız; yâni “sehl-i mümtenî”nin çok çarpıcı örneklerine şâhit olursunuz…
Onun şiirlerini okuduğunuzda; suskun kalmış ve unutulmuş kekik kokulu nice
kelimelerle tanışır, Türkçemizin nisyâna terk edilmiş bazı sözlerinin sizlere
tebessüm ettiğini, can çekişen bâzı kelimelerin de adeta yeniden hayat
bulduğunu görürsünüz…”
O bir hiciv şairiydi aynı zamanda. Ama o bazıları gibi
kimseye hakaret etmedi şiirlerinde. Ona göre hakaret hiciv değildi. Onun hiciv
anlayışı hem ölçülü hem de mizahiydi. O
mizahla karışık hicivleriyle hem güldürdü, hem düşündürdü, hem de muhatabına
gerekli göndermeyi de yaptı. Ama hicivi
bir küfürleşme, sövme aracı olarak kullanmadı.
O hiciv yazmaya
başladığında kalemi bir kılıç olur kelime dağarcığından en ince nükteleri
yontuverir ve onlara yakıcı anlamlar katar. Hırsız, soysuz, vatan, millet
hainlerini, din düşmanlarını yaylım ateşine tutardı.
Karakoç ile Tanışıklığımız
Onu
lise yıllarında okuduğum “Vur Emri” kitabı ile tanıdım... Mehmet Akif ve Necip
Fazıl’dan sonra üçüncü rehberim, ustam, hocam olmuştu adeta. Hangi kitabı çıksa
gidip alır ve şiirlerini tekrar tekrar okurdum. Sadece okumazdım birçoğunu da
ezberlerdim...
Onunla
ilk ve son defa 1995 yılında Ankara’da Günalp Firmasının Hanımeli sokaktaki
bürosunda karşılaştım. Hasan Sağındık, Selçuk Küpçük, Remzi Çayır ve Fehmi
Güney ile kısa bir sohbetimiz olmuştu. Çok nüktedan, çok zeki bir adamdı. O
anlattı bizler gülmekten kırıldık…
Bestekârlık
denemelerimde kendi şiirlerimden sonra ilk bestelediğim şiirler Abdurrahim
Karakoç’un şiirleriydi. Girdapta Bir Can, Sesli Düşünce, Kabil Mesajı, Hani Ya,
Müslümanlar Bir Beden, Kabuktan İçe, Göç, Merhaba, Geceden Sabaha Doğru, Can
Kurban, Unutursun Mihriban onun bestelediğim şiirlerindendi…
Yukarıda
bir nebze bahsettiğim Hayrullah Eraslan’ın hazırladığı kitap üzerine merhum
Sefa Saygılı’nın bu yazısı neşredilince kendi kendime şöyle dedim. “Ey Halit
Yıldırım, birisi çıksa “Karakoç hakkında bu hükmü veren adam kimdir, mesleği
nedir?” diye bir araştırsa derler ki “bu adam bir Ziraat Mühendisidir ve arada
şiir ve öykü de yazar.” O zaman belki de bu kişi “Ziraatçı ne anlar
edebiyattan” diyebilir. Ben bu yazı üzerine karar verdim ve o yıl Anadolu
Üniversitesi AÖF Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne kaydoldum ve bu okulu
bitirdim. Yani Karakoç sayesinde hem bir Hece Şairi oldum hem de ikinci bir
üniversite bitirerek Edebiyat formasyonu sahibi oldum.
Kendisine
ne kadar teşekkür etsem azdır.
Karakoç’a
olan sevgimi yine onu anmak adına Genel Yayın Yönetmeni olduğum Türkiye Dil ve
Edebiyat Derneği Çorum Şubesince çıkardığımız Edebiyat Bülteni dergimizde de
özel bir sayı hazırlayarak abideleştirdik.
Dergi
hakkında bir değerlendirme yapan Ramazan Avcı Hocamızın şu cümleleri de bu
sevgiye şahitlik eder cinstendir. “Edebiyat Bülteni dergisinin, Cumhuriyet
döneminin alpereni için en güzel özel sayıyı hazırlama gayreti, derginin kapağından
baskısına, muhtevasından hacmine kadar kendini hissettirmektedir. Emeği
geçenleri tebrik ediyor, şairimizi saygı ve rahmetle bir kez daha anıyorum.”
Karakoç’un
Bağlum’daki Kabri
Emri Hak vaki olunca, bize gelen ilk haberler;
onun baş koyduğu Türk İslam Ülküsü davasında önce fikir babalığını yaptığı,
sonrasında ise tabi olduğu lideri, kadim dostu, Şehid Muhsin Yazıcıoğlu’nun
yanına defnedileceği şeklindeydi. Taceddin Dergâhının o manevi atmosferinde,
Allah dostlarıyla, velilerle diz dize, Akif’in İstiklal Marşını yazdığı divitin
onlarca yıldır inleyen ahengiyle koyun koyuna ebedi istirahatgâhında yatacak
diye sevinmiştim. Ancak bu olmadı…
Karakoç; Necip Fazıl’ın hayatında çok önemli bir
kilometre taşı olan Abdülhakim Arvasi Hazretlerinin komşusu oldu. Oysa Üstad
Necip Fazıl da öldüğünde Arvasi Hazretlerinin yanına defnedilmek için vasiyet
etmişti. Ancak bu vasiyet gerçekleştirilememişti. O yıllarda 80 darbesi olmuştu ve darbeciler bu
vasiyetin gerçekleşmesine izin vermemişlerdi.
Merhum Karakoç’u Bağlum’daki kabrinde ziyaret
ederken yine yüreğim burkuldu. Ustanın huzurunda dudaklarımdan Yasin-i Şerifin
kelimeleri, gözlerimden ise tutamadığım yaşlar dökülüyordu. Ve huzurunda iken
“Hakkını helal et ustam, senden çok şey öğrendim… Hakkını helal et…” cümlelerini
fısıldadım ona:
İnşallah
benim gibi manevi talebelerine hakkını helal eder üstad.
Onu
anmak ne kadar güzel bir şeyse onun hakkında yazı yazmak gerçekten kolay bir iş
değil. Ona olan vefa duygusu içinde yazdığım bu üç beş satır yazı onun çileli
hayatı, mücadelesi karşısında çok sönük bir yazıdır.
Rabbim
nasip etti geçtiğimiz hafta sonu tekrar ziyaretinde bulundum. Hem Arvasi
Hazretlerinin hem Karakoç üstadın hem de Asım Köksal Hocamızın kabirlerinde
sürekli ziyaretçilerinin olması insanımızın vefalı olduğunu bir kez daha
gösterdi bana. Demek ki insanlar güzel eserler bıraktıklarında, örnek hayatlar
yaşadıklarında Rabbim onların makamını, derecesini yüceltiyor ve onları
unutturmuyor.
Karakoç
üstadımıza bir kez daha rahmet diliyorum.