Herkes merak içinde, aşk üzere
yazılan her satır ve her dize aynı zamanda yazıldığı coğrafyayı, vakti ve
insanları da yazıyor anlatıyor. Oysa kaç şair kaç sevdalı konu olmuştur
mektuplara. Kalbe misafir olan elbet yazıya da misafir olacaktır.
Kafka, Milena’ya yazmış hem de ne
yazmış, nasıl yazmış kalp işi değil! “Bir odadayız Milena. Birbirine bakan iki kapının ardındayız ama ayrı
ayrı. Biri açacak olsa diğeri hemen ürküp kapıyor kapıyı. Hâlbuki bu iki kişi
ürkeklik olarak bu kadar benzemeseler, biri diğerine hiç aldırış etmese açsa
kapıyı çıksa dışarı odayı düzenlese. Ama hayır o da en az diğeri kadar ürküyor
ve saklanıyor kapısının ardına ve o güzelim oda bomboş kalıyor ortada. Ve bu
yüzden hep ikimizi üzen yanlış anlamalar oluyor. Aslında senin anlamadığını
söylediğin o mektuplar sana en yakın olduğum zamanlar yazmış olduklarım oluyor.”
Kendimi buluyorum bu metinlerde ve seni. Kahramanıyız aslında aşkın. Her aşkın
izi var bizde, tadı, hüznü…
Artık sevdiğimi dile getirmeyeceğim
öyle uluorta. Ayan beyan etmeyeceğim herkese. İçimde yaşayacağım. Sessizce…
Sana yazmanın keyfini bu dünyada
başka hiçbir şeyde bulmuyorum. Gayet eminim bundan. Bu yüzden yazdıklarım hisli
de olsa samimi de olsa hüzünlü de olsa gam yemem. Çünkü her durumda işin içinde
sen varsın. Bunu düşünüyor ve mutlu oluyorum.
Canımı okuyor bu sevda, mektubumu
okusa daha güzel olacak sanırım.
Bu yüzden yükleniyorum kâğıda ve
kaleme. Edebi bir derdim yok samimi olsun tek yeter. Sanat yapacak denli
muktedir değilim, derdim de sanat yapmak değil zaten. Seni severek zaten sanat
yapmış oluyorum. Güzel olanı ortaya koyma değil mi sanat? Yüreğimi senin uğruna
ortaya koyuyorum.
Ahmet Arif, Leyla Erbil’e yazmış da
yazmış kitap olmuş yazdıkları ‘Leylim Leylim’ diye. "Sabah gözlerimi sana açarım. Akşam, uykularımı senden alırım. Nereye, ne
yana dönsem karşımda mutluluğun o harikulade baş dönmesini bulurum. Böyleyken gene de şükretmem halime,
hergelelik, açgözlülük eder, seni üzerim. Aklıma gelmez ki seni usandırır, sana
gına getiririm. Sana dert, sana ağırlık sana sıkıntı olurum. Nemsin be? Sevgili,
dost, yâr, arkadaş... Hepsi. En çok da en ilk de Leylâ’sın bana. Bir umudum,
dünya gözüm, dikili ağacımsın. Uçan kuşum, akan suyumsun. Seni anlatabilmek
seni. Ben cehennem çarklarından kurtuldum. Üşüyorum kapama gözlerini." Aşktan
söz eden mutlaka mağdurudur bahsinin. Yanmış
olanıdır, çilekeşidir. Kahrı da
vardır aşkın, keyfi de! Çekersin kahrını sürersin keyfini. Aşkın övgüsü de vardır sövgüsü de! Alırsın övgünü bir gün, edersin
sövgünü, tersi de olabilir.
Seni ne kadar da güzel buluyorum,
dikkat et çok sade yazıyorum. Alengirli değil cümlelerim, ağdalı da değil
velhasıl anlaşılmaz da değil! Bir kaynak suyu nasılsa öyle zannediyorum. Sana
benziyor üslubum, sade ve bir o kadar anlaşılır tabi ki güzel de! Senden dolayı
güzel dedim oysa. Yazdıklarım güzel değil biliyorum. Eğer bir mana libası
giydireceksek senden güzel olanı yok sözcüklerime. Yazdığım her satır her dize
mutlaka bir şekilde zihnimde ve gönlümde sana uğrayıp öyle yazılıyor.
İmlamsın hiç hataya düşmediğim. Noktalamamsın
hiçbir zaman bu aşkın sonuna konmayacak!
Bıçak sırtındayım bu aşkta, iki yanı
keskin bir yoldayım. Ve gözü kara sana yürüyorum. Gelsem bir türlü gelmesem bin türlü dert var. Gelsem
cennet, gelmesem cehennem gibiyim. Diken ve gülü söylemiyorum.
Acının en son noktası suskunluğumdur
gayri. Seni susarak seviyorum.
Nazım’da mahpuslukta Piraye’ye yazmış
habire:
“Kitap okurum:
İçinde sen varsın,
Şarkı dinlerim: İçinde
sen.
Oturdum ekmeğimi yerim:
Karşımda sen oturursun,
Çalışırım: Karşımda
sen.
Sen ki, her yerde
«hâzırı nâzır»ımsın” Ne yana baksam sen var bu şehirde.
Bu kadar sen başka kimsede yoktur. Sen koleksiyonu yapıyorum. Sen zenginiyim.
İçim acıyor desem acım azalıyor mu? Yalnızım
desem yalnızlığım kalkıyor mu? Ağlıyorum desem biri mendil mi oluyor! Sen beni
seven kadın oldun ben seni seven erkek olamadım.
Oysa aşk denizi yüreğim, sen denizi… Başka
bir şey bendeki… Sen olmuşum belki ondan öyleyim, sendeyim sanki. Bana kahve
yapmışsın içiyoruz, el ele tutuşmuşuz geziyoruz, bir filmi seyrediyoruz,
yolculuktayız, sporda, keyfte… Ben hep sendeyim son zamanlarda belki de bu
kadar çok düşünmemem gerekiyor seni. Bu kadar hayatına nüfuz etmemem lazım
geliyor. Ama gel gör ki elde değil yürekte iş bitiyor. Ve ben seni daha
şiddetli daha arzulu ve daha imkânsız bir şekilde düşünmeye devam ediyorum.
Mesajın geldi, bekliyor muydum,
hayır! Geldi ama… “Nasılsın? diye
yazıyordu. Ötesi yoktu.
-Eh işte, sen nasılsın?
dedim.
-İdare eder… dedin.
-Aynıyız yani! dedim.
Başka kim bizim kadar aynı olabilir
ki? Halimiz bile aynı, sıkıntımız, derdimiz. Yan yana değiliz ama iç içeyiz.
Seni hissedebiliyorum. Manevi bir senlik var içimde. İşte o zaman hayat hep
şenlik gibi geliyor. Hani güneş açar ya soğuk bir günde, herkesin içi ısınır,
herkes dışarı atar kendini. Senin olduğun günler öyle geliyor bana. Olmadığın
günler zaten yaz da olsa kış gibi geliyor.
Halil Cibran, May’a yazmış: “Sen, May, korunanlardan birisin; içinde
Tanrı’nın bütün kötülüklerden sakındığı bir melek var.” Bunu okurken sen
aklıma geldin. Bu satırların altını çizdim. May’ın yerine adını yazdım. Eksik
olan hiçbir şey yoktu. Sen rabbimin özel kulusun.
Artık sona geldim.
Yoruldum.
Sen orada beni düşün, ben burada seni
düşüneyim. Düşüne düşüne bize bir haller olsun istiyorum. Sen orada yola çık
ben buradan yola çıkayım. Tez vakitte buluşalım diye.