KALİTELİ
YAŞAM VE ÇOCUKLUĞUMUZA ÖZLEM
Ne kadar
gariplik ve zorluklar içerisinde olursa olsun, yaşadığımız çocukluğumuzun,
olgunluk çağımızda bizler için çok önemli bir yeri vardır. Ne zaman ki,
birileri çocukluğumuza ait bir anekdot anlatsa, içimiz ürperir, iç geçirir ve
“hey gidi günler heyyy” deriz. Üstüne üstlük duygulanırız ve modumuz ağlamaklı
bir şekle bürünür, çoğu zaman da ağlarız.
Zira
çocukluğumuz her ne şekilde yaşanırsa yaşansın, kaliteli hayatımıza etkisi çok
büyüktür. Binbir güçlüklerle geçirmiş olduğumuz çocukluğumuzda çektiğimiz
çilelerin, zorlukların ve sıkıntıların çokluğu, neden bizleri olgun
yaşlarımızda iken, mutluluğumuza ve kalitemize katkı verir? Her nedense
herkesin yaşadığı çocukluğu kendisine güzel ve zevkli gelir. Artık çekilen
zorluk ve sıkıntılar geride kalmıştır. Anlatılanlar güzel bir anı olarak
hafızalarda tazelendikçe ve hatırlandıkça, kaliteli yaşamımıza daha güzel bir
çimento olurlar.
Her şeye
rağmen yine de çok mutluyduk. Elektrik olmadığı için hiçbir elektrikle çalışan
ve çalışmayan oyuncağımız yoktu. Eğer babamız büyükçe bir karpuz aldıysa,
(ancak 15 günde bir alınabilirdi) kabuklarını ipe dizerek yaptığımız devecikler
en önemli oyuncaklarımızdan biriydi. İçlerine kum veya toprak doldurarak arka
arkaya onları sürüklemek bizim için en eğlenceli zamanlardı.
İpleri
bitmiş ağaç makaraların ortasından kesilerek yaptığımız şebekleri ellerimizle
ustalıkla döndürüp yarıştırdığımız zaman, kiminki daha uzun süre dönerse
kazandığını görmek en büyük mutluluklarımızdandı.
Dağlardan
davarın arkasından Bucak’a gelirken, en güzelinden bir kayrak taş bulup binlik
oynamak için ilçeye getirmek ve getirdiğim kayrak taşlarını ederi kadar
binlikte takas etmek, çoban olmanın üstün yönleri idi.
Çoban
olarak elimizde iyi kötü bir çakı olurdu. Hem kendimizi korumak, hem de değnek
düzmek veya birşeyler kesmek için…
Gözlerim sürekli çalılık, isseler
ve kesmelerin arasından veya su başlarındaki söğütlerin dallarından
yapabileceğim en güzel ve düzgün değnek olabilecek dallar arardı. Burkumlu
burkumlu değnekler yapar, ilçeye gelince heveslileriyle birşeyler karşılığı
takaslardık.
Rahmetli
anam, sabah ezanları okunurken beni uyandırır ve oğlak ağılını açmak ve
annelerinin sağılma zamanına kadar gütmek için dağa gönderirdi. Giderken
tömbüldeğin başında Adem Güner’in babası merhum Mustafa amcamızın dükkanından
50 kuruşluk büsküvi alırdım. O zamanlar henüz fırın ekmeği ile tanışmamıştık. Onlar
benim sabah kahvaltılarım idi. Gelin görün ki, dağda içecek su olmadığı için,
bisküvilerden sonraki yüreğimin yangınlığı hala sürmektedir.
Aynı
anda da okulumuza devam ederdik. Yardımcı araç ve gereçlere ulaşmam çok zor
olurdu. Arkadaşlarımın kütüphaneye gitme zamanlarında babalarına ve büyüklerine
derslerini danışma ve yardım alma sürelerinde ben dağda davar güdüyor olurdum.
Okula geldiğim zaman birçok konuda arkadaşlarıma göre Fransız kalırdım.
Emsallerimin
hepsi bu günkü yaz kurslarının olduğu gibi hocalara namazlık öğrenmeye
giderlerdi. Ben ise bu imkandan mahrumdum. Rahmetli anamın gayretleriyle bir
namaz hocası edindim. Türkçesinden namaz surelerini ezberlemeye gayret ettim.
Tek başıma becerebildiğim kadar…
Haftada
bir gün (Perşembe) pazar kurulurdu. Küçücük bir de kitapçı sergisi olurdu
yerde. Gidebildiğim zamanlar iyice tetkik edip incelerdim. Hemşehrimiz Fakir
Baykurt’un “Yılanların Öcü”, “Irazcanın dirliği”, Talip Apaydın’ın “Emmioğlu”
gibi kitapları tam benim yaşantıma benzediği için çok büyük bir zevkle
okumuştum.
Bir gün
ağacın altında Yaşar Kemal’in “İnce Memet”ini okuyordum. Sazak’tan eşeği ile
Perşembe pazarına ürünlerini satmak için giden yaşlı bir kadıncağız elimdeki
kalın kitabı görünce, Oğlum Kur’an mı okuyorsun? Dediğinde üzüntüyle,
duygusallaşma ile, imkansızlıklar ile karmakarışık bir duygular seline
kapıldığımı hala dün gibi hatırlıyorum.
Rahmetli
abim dağdan çam ağaçları keserdi. Tomrukların eşekle ilçeye getirilmesi
gerekirdi. Ormancıya yakalanmamak imkansız sayılırdı. Ben 7-8 yaşlarındayım.
Ormancılara karşı en iyi savunma silahı olarak beni kullanırlardı. Yakalandığın
zaman asla bir kelime dahi konuşmayacaksın, dediklerini anlamıyor numarası
yapacaksın, yani sen sağır ve dilsiz olacaksın derlerdi. Ben de aynısını
uygulardım. Ormancılar yakaladıkları zaman adın ne? kimin oğlusun? bunları kim
yükledi? Nereye götürüyorsun? vb. sorulara tembihten mi yoksa korkudan mı hala
bilmiyorum, asla cevap vermezdim. Küçücük bir çocuk. Ne yapsın ormancılar.
Galiba bu çocuk özürlü deyip beni salarlardı.
Bir gün
eşeğimizin yükü çok ağır geldi. Belli ki tomruklar çok büyüktü. Sazaktan
Alaaddin mahallesine gelince Köle mezarlığını geçince eşek yatıverdi. Tomrukların
ipini çözdüm ki, yatmasına rağmen eşeğe yük binmesin diye. Bütün cesaretimi
topladım ağlamamak için kendimi zor tutuyorum. Kendi başıma yapabileceğim
hiçbir şey yok. Eşeği ve tomrukları da bırakıp gidemiyorum. Kaç zaman geçti
bilemiyorum, tomrukların üzerinde mahzun mahzun otururken rahmetli abimin en
yakın arkadaşlarından Gökmenlerin Şeref çıktı geldi. Şeref abi durumu anladı.
Üzülme koçum gerekeni yaparız dedi ve birlikte tomrukları eşeğimize yükledik ve
başarı ile evimize götürdüm. Hala Şeref abimi görünce o hatıram hemen aklıma
gelir. Teşekkürler Şeref abi…
Çamlık
yoluna dönünce Sazak ovasına varmadan solda dere kenarında Gök Osman’ın
tarlasına tütün ekmiştik. Küçük bir de davar evimiz vardı mevsimlik. Evimizin
en kenarına kap kacak koymak için seren yapılmıştı. Yer darlığından rahmetli
anacığım beni serenin altına yatırırdı. Her gün sabah kalktığımda kafamı
serenin tahtasına vururdum ve ağlardım. Büyükler her sabah tarlaya tütün
kırmaya erkenden giderlerdi. Benim ise başka bir serüvenim vardı. Yan tarafta
kocaman bir kaya vardı. Beni o kayanın başına çıkarırlar ve elime de bir teneke
ve tokmak verirlerdi. Onlar işlerini bitirip gelinceye kadar ben o kayanın
başında teneke çalardım. Zevkten mi, korkudan mı, öfkeden mi hala bilemiyorum.
Ev ahalisi gelince beni indirirlerdi. Çünkü kendim inemeyeceğim kadar kaya
büyüktü.
İlk okul
ikinci sınıftayım. Okula Sazaktaki tütün tarlasından gelip gidiyorum. Ailemizin
yarı kısmı da Bucaktaki evimizde. Tütün tarlasında yalnızım, okul önlüğümü
giydim ve okula gitmek için yollara koyuldum. Yaklaşık 6 km. yi yürüyüp
Alaaddin mahallesine geldiğimde çocuklar benimle alay etmeye başladı. Gülüp
eğleniyorlar, benimle dalga geçiyorlardı. Sebebini eve gelince anlayacağım. Eve
geldiğimde babam üzerimde önlükle beni Bucakta görünce şaşkına döndü.
- Oğlum
niye geldin?
- Okula geldim baba.
- Bugün Pazar bilmiyor musun?
Bırakalım dağı,
köyde ve ilçede bile takvim yok. Nerden bileyim cumartesini – pazarı… Rahmetli
babam bir hışımla bana kızarak eve dahi çıkartmadan izimin üzerine geriye tütün
tarlasına gönderdi.
6 artı 6 eşittir
12 km. 7 yaşındaki bir çocuğu hadi bugün iki km.lik bir dağ yoluna gönderin
bakalım gönderebilecek misiniz?
HEY GİDİ GÜNLER
HEYYYYY. Şuna bütün kalbimle inanıyorum ki; “İNSANIN YAŞAMINDA ÇEKTİĞİ ÇİLELER
İLE BAŞARILARI DOĞRU ORANTILIDIR”
Elektrik, su,
tüp, koltuk, halı, kilim, otomobil, mobilet, bisiklet, tv. Radyo, fırın ekmeği,
kara lastikten ve naylondan başka ayakkabı YOK… YOK… YOK….
Ama sevgi var,
yürek var, mücadele azmi var, hareket ve dinamizm var, başarma sevinci var,
coşku var, işbirliği var, sinerji ve enerji üretimi var… DI….
Selam, sevgi ve
dualarımla… Allah’a emanet olunuz…
26 Kasım 2013.
Salı saat 17.00 Antalya
Yrd.Doç.Dr.
Süleyman COŞKUNER