İLAHİ AŞK

       “Seni sevdiğim için asla pişman olmadım bundan sonra da olmayacağım.” dedi ve bu sözlerin mahcubiyeti ve gururu ile rahatlamış olmanın verdiği dinginlikle başını öne eğip uzun bir iç yolculuğa çıktı yağız delikanlı. Kızcağız donakalmıştı bu bariz ifadelerin rehgüzerinde dururken. Sevgilinin bahçeye çıkıp bahçeyi şad etmesi nasıl bir iltifatsa kızın şu an için aşığının yanında durması da bir nevi iltifattı aşığa. Ama âşık mana denizlerine yelken açmış maddi âlemin çok ama çok uzağında bin bir türlü âlemin şahikalarında devrini tamamlamaya çalışıyordu büyük bir iştiyakla. Kız uzun uzun baktı kendi güzelliğinde Kaf Dağı’nın enginliğine dalan yağız mı yağız civan merdine. Sonra gözlerini yumdu delikanlısının âlemine girmeye odaklandı.
         Ruhlar âleminde cereyan eden her türlü gösterişli yaşayışın tesirli halleri genç adamın bedenini etkilemekte ve genç adam derinden derine inler gibi durmaktaydı. Kızcağız gizli nazarlar ile sevdiceğinin ruhunu takip etmekte idi. Gözler kapalı idi, bilinç yarı açık bir vecde düşmüş zahit ve zakir halinde idi. Terennümler usulden usule duyulur gibi ancak ve ancak dudakların yarı hareketiyle anlaşılıyordu. Aşkın manevi boyutunda seyyareler âleminde kanatsız uçuyordu sevdiği. Bir kelebek hafifliğinde, bir melek kıvamında, bir tüy yumuşaklığında idi sevdiği.

              Aşkın has bahçesinde her türlü meyvenin ve sebzenin rayihalarla doldurduğu ve renklerle süslediği bir serinlikte ayaklarının altından akıp giden süt köpüğü ırmakların ve gökkuşağına nispet yapan canlıların çeşniliğinde; gönlü lebalep varlığın kapsayıcı ve kutsayıcı varlığı ile dolmuş artık ruhundan ifrazatlar halinde taşıyordu. Gözleri oynuyordu, elleri titriyordu, soluğu kesiliyordu. Cismaniyeti var oluşa doğru yok oluyordu sanki. Zümrüd ü Anka gibi yok olup kendi küllerinden doğacak gibi duruyordu yavuklusu. Artık mutlak gücün onulmaz ve karşı konulmaz cazibe deryasında bir katre olmuş, o deryanın bir parçası olmak şerefine nail olmuşluğun tokluğuyla muzaffer bir gülümseme ile gülümsüyordu gaybe. Kız elini tuttu, ara sıra titreyen sevdiğinin. Ve onun her bir titremesi ile kızcağızda maneviyatın görünmez iklimlerine girmiş oldu. Muhteşemliğin zirvesinde, mutlak gücün deryasında oradan oraya sürüklenen bir kâğıt parçası gibi hissetti ruhunu. Büyük fırtınaların ancak serinlettiği, ateşten denizlerin ancak ısıttığı zaman ötesi bir âlemde idi. “Ya rabbi! Beni yalnız koyma asla!” dedi kızcağız; “Beni sensiz, beni renksiz, beni ahenksiz ve biçare koyma.” dedi dünya cehenneminde.
              Bu âlemi gören ruh başka âleme nasıl intisap eder, bu âlemin nurunu alan göz başka âlemde nasıl görür? Gül bahçelerinin ortasında durdu kızcağız. Mecnun’u orada idi. Ağlıyordu, mutluluğun en doruğuna çıkmış olmanın verdiği gözyaşları ıslatıyordu yanaklarını. Derin bir erinç haliydi yansıyan yüze. Kız salına salına yürümeye başladı. Tüm gülleri, kokusu ve güzelliği ile mest etti. Gül mahcup bir işve ile yerine buyur etti güzel kızı. Tahtını bir kalemde ona bırakacak kadar asildi hem de. Kızcağız ilerledi ve gülşenin ortasında durdu. Gözyaşları birer inci tanesi gibi gül yaprakların üstüne döküldü. Bereket ve liyakat hali idi. Düşen her damla anında inciye dönüşüyor ve kızcağızın gözlerinde sonsuz bir cevher derinliği ve etkileyiciliği ortaya çıkıyordu. Ruhu yıllarca peşinde koştuğu tamamını bulmuştu. Tamamın mekânında kendisini tamamlıyordu kızcağız.
              Genç adam, Şeyh Galib’in Hüsn ü Aşk’ındaki bütün ateşler dünyasında yalınayak geçmiş, Kaf Dağı’nın Simurg’u olmuş, onu bulmaya çıkmış olan kuşlara Zümrüt ü Anka olmuş, yokluk âleminde yok olmuştu bedeni. Mecnun’un divaneliğinden ona da pay düşmüş Leyla’sının peşinden sürüklenen bir gazele benziyordu akıp giden zaman ırmağının üstünde. Çöllerde çöl olmuş yüreği bir nevi ferahlıyordu. Hayvanat ve nebatat onun geçtiği her yerde hemencecik zuhur ediyor onun varlığını kutsuyorlardı sanki. Kızcağız bu aşk adamının bir adım gerisinde idi hep. O Leyla idi, o gölge idi.
                  Hiçti şimdi, hiçliğin başladığı noktada idi. Kendi güzelliğine hürmeten yaratılan evren yüce Allah’ın bin bir güzelliğinin; bin bir mücevheratının bir yansıması, bir aksi, bir inikâsı, bir parçası değil miydi? “Hamdım, yandım, piştim.” diyen Mevlana’nın semazeniydi gösterilerde. Bir Mevlevi dervişi gibi hu demiyor muydu mutlak güzele. Taptuk Emre’nin tarlasında onca yıl çalışan Yunus oluyordu ansızın. Hallacı Mansur oluyordu göz açıp kapayıncaya kadar. Sonra Nesimi ki derisi yüzülüyordu ruhundan, sonra Cüneyt i Bağdadi, sonra İbn i Arabî oluyordu.
                İçe doğru seyir kazanan bu yolculukta ehliyetli bir mürşidin yoluna intisap etmek ve onun rehberliğinde sağ salim menzile erişmek değil miydi şimdiki hedefi? Nereden nereye sürüklenmişlerdi âşıklar. Aşk denizinin boylarını kat be kat aşan azametinde sığındıkları ilahi gücün af ve mağfiretinde iki dünyanın en leziz yemeklerini yiyorlar, Kevser Suyu’nu içiyorlar, Tuba Ağacı’nın altında meleklerin insanı mest eden dualarının melodisinde boğazlarına dek hazza banıyorlardı ruhlarını.
               Şah damarından daha yakın olana ulaşmışlardı, Ney’e can veren nefese nail olmuşlardı, pervanenin ateşi olmuşlardı. Daha ne olacaklardı? Bundan sonrası yokluktu. Gayb âlemi idi ahiri. Aklı ve izanı aşan hallerdi. Korku azametten peyda oluyordu yüreklerine, küçük akıl terazisi kaldıramıyordu bunca âlemin sırrını. İzah edecek beyin burada bir nokta idi. Âlemin özü olan insan ve ruhu sadece yaratılanların içinde bir nokta nazarında idi.
               Elif dört kitabın manasına hafi idi, dört noktadan mürekkep idi, dört kitaba işaret idi. Noktalar çoğaldıkça anlamlar ortaya çıkıyor ve Tur Dağı’na yansıyan ve dağı yerle bir eden gül cemalin azameti, gönüllerini sular sebiller gibi dolduruyor; Fuzuli’nin kasidesi eşliğinde gönülleri hep mutlaka göre akıyordu. Başka hiçbir şeye yer bırakmıyordu. Boğazlarına kadar nura gark olduktan sonra yavaş yavaş o âlemden maddi âleme doğru kanat çırpmaya başlamışlardı. Ruhları hafiflemiş, bir serçe misali olmuşlardı.
               İnsan olmanın erdemini cismaniyetten sıyrılarak anlamışlar ve daha güzel daha esnek bir haleti ruhiyeye vasıl olmuşlardı. Çile dergâhına kırk gün kırk gece, bir zeytin bir parça ekmek ile girip aynı şekilde çıkmış bir ehli tasavvufa benzemişlerdi. Zaman denilen mefhum yok idi, yalan idi. Yokluğun hırkasını çekmişlerdi ruhlarına ki bedenlerinde de bunu alameti olarak sade bir hırkadan gayri bir şey var değildi. Hiçlikten gelip hiçliğe giden âdemin evlatları neden yalan olanın peşinde koşarlar, yok olanın ardından gözyaşı saçarlar. Bir hırka, bir lokma anlayışın ulviyeti onları her türlü musibetten alıkoymuş ruhları ve gönülleri engin bir varlık sevgisi ile formatlanmış halde geri kalan ömürlerini dua ile niyaz ile şevk ve zevk ile tamam etmişler.

              Terk-i terke gönül vermiş, görünen âlemin sahte tatlarını ve cezbedici hallerini bir kalemde itmiş bu iki güzide insan; terki konuşma, terki yemek, terki uyku eyleyerek terki terk etmişler ve iç huzura kavuşmuşlardır. Asıl aradıklarının kendi ruhları olduğunu, belli bir makama hayret ve şaşma kademesine, kemal çizgisine erdikten sonra fark etmişler ve daha zinde daha sessiz bir yaşama doğru yön çizmişlerdir. Çünkü bulanlar aramıştı. Vasıl olanlar vuslat çekmişlerdi.
           Mecazi dünyaya ricat ettikten sonra gül vermişler herkese, gülüvermişler her daim. Bir insan onlar için âlemin özüymüş. Bir insanı kaybetmenin ahreti kaybetmek olduğunu kavramışlar. Ve ebediyete değin; “İnsanı sev!” diye, “Maddeden kaç!” diye haykırmışlar.
              “Ehli gönül olandan hiç kötülük gelmez âdeme, ne kötülük gelirse, ehli maddeden gelir başına âdemin.” diye gazelvari bir cümle ile hatmi kelam eyleyelim a dostlar!
          Sakın ola kalp kırmayasınız bundan sonra.
          Hesaba eklerler orada.
          Ateşiniz hazır mı ora için.
         Ya da gülünüzü derelim mi artık?

 

( İlahi Aşk başlıklı yazı GürhanGürses tarafından 7/5/2011 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.