Diyarbakır'ımızın tarihi eserleri, benim için iskeletimdeki kaburgalarımdır. Hangi biri yok olmaya yüz tutar ya da kaderine terkedilirse kaburga kemiklerimden biri sol yanıma batar ve amansız bir sancı kaplar içimi. Eminim bu duyguları benim gibi Diyarbakır'a sevdalı diğer hemşehrilerimde yaşıyorlardır. Deva ( Deve ) Hamamı'nın geçmişteki ihtişamını size anlatırken, inanın kaburgalarımın en solundaki kemiğin kırılıp sol yanıma battığını hissettim. Ayakta durmaya çalışan yıkık dökük kubbesi, tarihi hamamın geçmişten günümüze tanıklık yapan tek belirtisi... El sallayarak geçip gittik yanından Balıkçılar Başına doğru. 

Gazi Caddesi'nin yeni düzenlemesiyle çok güzel görünüyordu. Sağa dönünce Dört Ayaklı Minare'yle karşılaştık. Eğer ki kırk bir yıl önceki yaşlarda olsaydık; size bir dilek tutarak, yedi defa bu minarenin altından geçmenizi söylerdim. Dört dikili taş üstüne inşa edilen bu güzel minarenin dünyada bir benzeri daha yoktur. Bu güzel eser koruma altına alınmazsa; yıkılmaya mahkumdur. Bu sebeple daha sokağa girer girmez bir diğer kaburgamın çatırdamasıyla ince bir sızı içimi kapladı. Bu sokağın acilen trafiğe kapanması gerekiyor. Mardin Kebapevinden sızan iştah açıcı kebap kokularıyla sola dönerek sokağı terkettik. Tekrar sağa döndük. Ölüm sessizliği hakimdi bu sokakta. Geçmişten bugün sadece taşlar tanıklık ediyordu. İlk kapının üst tokmağını ( erkeklerin çaldığı ) eskiden aşinası olduğum bir şekilde çalarak taş avludan içeri daldık. Bizi kilise sorumlusu Keldani Yusuf karşıladı. Yusuf, Diyarbakır'da mevcut olan gayri müslim iki kuyumcudan biridir, diğeride Süryani Kuyumcu İbo'dur. Dört Ayaklı Minare civarındaki Mar Petyun Keldani Kilisesi, Diyarbakırın şu an aktif iki kilisesinden biridir. Mar, aziz anlamında. Mor da deniyor. 17. yüzyılda yapıldığı düşünülen kilise, duvarlarında taşıdığı tüm eskiliğin izlerine karşın, naif resimleri, yapma çiçeklerle süslü apsisleri, duvara asılmış ayin giysileriyle sade bir ev ortamına sahip. Keldaniler, Hıristiyanlığı kabul eden ilk topluluklardan biri. 

Bazı araştırmacılar, onların Katolikleşmiş Süryaniler olduğunu söylüyor. Keldaniler İran, Irak, Suriye, Lübnan ve Hindistanda yaşıyor. Diyarbakırdaki küçük kilisenin cemaati sadece on aile. Kendi papazları olmadığı için ayda bir Süryani Kilisesinden gelen Papaz Yusuf ile ayin yapabiliyorlar. Bu cemaat tüm Türkiye'de 450 aileden oluşuyor. Kilise hakkında bilgiyi Bay Migros M. Sıddık Kurul'dan aldıktan sonra mumlarımızı yaktık, dileklerimizi tuttuk. Horanda duran Hz. İsa ve adına kilise yapılan Mor Petyun ikonları "Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz." der gibiydiler. İçimizde bu duygularla kilseden ayrıldık. Aynı sokaktan geri dönerek yüz m. ötede Ortadoğu'nun en büyük kilsesi olama özelliğini taşıyan Surp Gıragos Kilisesi'nin devasa yapısıyla yüzleştik. Geçirdiği büyük bir yangın sonrası kaderine terkedilen kilisenin restorasyon çalışmaları yüzümüzü güldürdü. İçimdeki çatırdamalar ve sancılar sihirli bir iksirle bir anda iyileşiverdi sanki. Gözlerim gerilere daldı. Bir zamanlar ayinlerde, zadiklerde yer kapmak için bu devasa yapının avlusunda akşamdan nöbet tutan sakinlerini ararken, birden kulaklarımda çan ve ezan seslerinin birbirine karışmış yankısıyla irkildim. Meğerse ben düdük öttürüyordum "Haydin arkadaşlar Esma Ocak Kültür Evine." diye. Ne gariptir ki biz evi gezdiğimiz o gün , bu Ermeni evini satın alıp, restore ederek Diyarbakır kültürüne bağışlayan, Diyarbakır eşraflarından bir aileye mensup olan Araştırmacı Yazar Esma OCAK Hanımefendi yaşıyordu. 

Bugün evini anlatmaya çalıştığım bu satırları yazarken, yazarımız hayatta değil. Merhumye Allah'tan rahmet diliyorum. Nurlar içinde uyusun. Büyüdüğüm evin avlusundaydım sanki. Kendine has mimarisiyle tipik bir Diyarbakır evi. İki katlı bazalt taşlardan yapılmış şahane bir ev. Nahit taşlı avlunun ortasında havuz, önü açık mutfak, mutfakta ocak ve üstünde çift kulplu nıkra ( büyükçe kazan ), sanki bu avluda biraz sonra düğün yemeği yenilecekti. Flim geriye sarıyordu. Cümbüş sesine karıştı birden rahmetli Tarık ile Celal'in yanık sesleriyle Şark Bülbülü Celal GÜZELSES'ten okudukları gazel. 

"güne düştüm, güne düştüm 

gölgeden güne düştüm 

felek çarkın kırılsın 

dediğin güne düştüm" 

Koru halinde söylenen türkülerle halaya tutuştuk yılların hasretiyle, dostluk ve kardeşlik bağlarıyla... Tarihimizi, kültürümüzü sayfa sayfa anlatan birer kitabeydi bu ve diğer evler. Soaklardan geçerken her taş, her kapı, her dönemeç ayrı bir kavimin izlerini taşıyordu adeta kavimler kenti Diyarbakır'ın dar sokaklarında. Eski yoğurt pazarından geçerken Karacadağ'ın kekik kokulu sütlerinden maylanan külek külek köylerden getirilerek burada satılan koyun yoğurtlarının kokusunu alırım diye derin derin iç çektim. Heyhat aradığım kokuyu soluyamadan demirciler sokağına döndük. 

Atiye Hanım'ın adına yapılan Sülüklü Han'ın kapısından burunmuza menengiç kahvesinin mis gibi koksunu çekerek girdik. Tıklım tıklımdı Sülüklü Han'ın avlusu ve ayvanları. Sülüklü kuyusundan seslendik bir zamanlar şifa dağıtan sülüklere. Kervanlara konaklık yapan bu taş hanı yeni konularıyla başbaşa bırakarak, taş işçiliğinin büyüsüne kapılmış bir vaziyette çıktık demir ve ahşap işçiliğinin mahirane işlendiği görkemli kapısından. Yolumuza binbir çeşit baharat kokularını koklayarak devam ettik. Bir şiirime "GÜNEYDOĞU'DA BAHARAT KOKULUDUR AKŞAM ÜSTLERİ "başlığını almamın sebebi, işte genzimizi yakan bu egzotik baharat kokuları olsa gerek. 

Altının bayanları cezbeden cazibesine dayanamayarak Tarihi Kyumcular Çarşısından geçerek Tarihi Hasan Paşa Hanı'ndan içeri girdik. Mahşeri bir kalabalık ve meraklı gözler altında bu muhteşem yapıyı gezdik. Büyülü bir atmosferin içindeydik. İnanılmaz bir güzellikteydi taşın nakış nakış işlenmiş en güzel örneği olan bu tarihi mekan. Kimbilir ki kimler ev sahipliği yapmıştı, kimleri ağırlamıştı İpek Yolunun üstündeki bu han? Taşların tarihten önümüze açtığı bu sayfayı da büyük bir hayranlıkla okudu gözlerimiz han kapısından çıktığımızda . Tam karşımızda Ulu Camiî. Nerdeyse bin yıllık bir başka bir şaheserin kapısından başlarımızı puşularımızla kapatarak içeri girdik. Tüm arkadaşların gözlerinde hayranlık ifadesi açıkça görülüyordu. Taşlara yazı ancak bu kadar ustalıkla ve ince ve güzel yazılabilirdi. Tarihin tanığı yazıtlarla zamanımıza kadar tanıklık yapan bu muhteşem yapı bizleri büyüledi. Uhrevi bir hava içinde gözlerimiz girft taş derinliklerine kaydıkça kaydı. 

Gün batımındaydık, karnımızın açlığını iyice hisseder olduk. Akşam yemeği için yine otantik bir mekandaydık. Taş avluda, samimi bir ortamda, dev bir aile sofrasındaydık. Zaman gerilere doğru kayar gibiydi. Okulun yemekhanesi, ahçı Nevzat'ın yemekleri kokar gibi oldu birden. Öğretmen taklitleri, şakalaşmalar, kaçamaklar vs. vs. Arkadaşımız Şair Cumali Eşsizoğlu'nun şiirlerini dinledikten sonra kısa bir halayla ayrıldık mekandan. Hızımızı alamadık, oynamalıydık. Şarkılar, türküler söylemeliydik. Selahattin Kaya arkadaşımızın ta Kayseri'den getirdiği gitarnın eşiğinde nostaljik şarkılar söyledik. Sıra halaydaydı. Kentimizin yetiştirdiği mahalli sanatçı Ali Aktaş davetimizi kırmadı. Mikrofonsuz söyledi mahalli halayları. Bulunan bir cümbüş ve bir davul yetti bize. Doyasıya eğeleniyorduk. Davulcu olmamasına rağmen, otel sakinlerinden birinin davul çalması inanılmaz eğelenceliydi. 

Gecenin geç saatlerine kadar 41. Yıl buluşmasının coşkusunu gönlümüzce yaşadık. Saate göre tarih artık 20 Mayıstı... sürecek 

Birsen ( Kılıç ) İNAL /// 13. Haziran .2011 DİYARBAKIR 

( Sefa Geldiniz Hoş Geldiniz Başımla Gözüm Üstüne Geldiniz 2 başlıklı yazı Birsen İNAL tarafından 17.06.2011 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.