M. NİHAT MALKOÇ

           

            Eskiden insanlar ramazanı büyük bir arzu ve iştiyakla beklerdi

 

            Geçmişe özlem duymak insanın doğasında vardır. Ne hikmetse her konuda geçmişe özlem duyarız. Bununla beraber yaşadığımız andan da şikâyet eder dururuz. Oysa daha evvel, bugün özlem duyduğumuz geçmişten şekva ederdik. Nostaljiye meraklı bir milletiz. Gerçi dünle bugünü karşılaştırdığımızda bugünkü hayatımızın düne göre daha çok yozlaştığını görüyoruz. Onun için nostalji arzusu içerisinde olanlara hak vermemek elde değildir.

            Eskiden insanlar ramazanı büyük bir arzu ve heyecanla beklerdi. Ona madden ve manen hazırlanırlardı. Özellikle Şaban ayının son günleri herkesi bir telaş alırdı. İnsanlar ramazanın başladığına dair müjdeyi vermek için gece gün demeden hilali gözlerlerdi. Çünkü İslâm inanışına göre Ramazan ayı, her yıl hilalinin doğuşuyla başlar. Hilali ilk gören; kendini bahtiyar sayar, müjdeyi Müslümanlara iletirdi. Şer’iye Mahkemelerinde kadılar, müftüler sabahlara kadar nöbet tutup Ramazan müjdecisini beklerlerdi. Kimsenin içinde şüphe kalmazdı. Gerçi günümüzdeki modern rasathaneler bu meseleye bilimsel bir çözüm getirmiştir. Fakat bazı İslâm devletleri eski huylarını devam ettirmekte, ramazana bir gün evvel veya bir gün sonra başlamayı marifet saymaktadır. Bu böyle gelmiş böyle gidiyor.

            Çoğumuz günlük hayatın yoğun karmaşası içerisinde yok olan değerlerimizi ne kadar da arıyor ve de özlüyoruz. Eski ramazanları hatırımıza getirdiğimizde onları bir ‘nostalji fırtınası’ olarak zihinlerimizde yaşatıyoruz. Zira zamanımızda onların çok uzağına düştük.

Günümüzde birçok şey gibi, ne yazık ki, ramazanların da içi boşaltıldı, heyecanı ve coşkusu kalmadı. Oysa eskiden ramazan yaklaşırken herkesi bir heyecan sarardı. Alış verişler ve genel temizlikler yapılırdı. Ramazanı, adına yaraşır şekilde karşılamak için herkes seferber olurdu. Ramazan hayatımıza renk ve ahenk katardı. Ya şimdi, bunların hangisi yaşanıyor?

 

Eskiden oruçlar misafirsiz açılmazdı.

 

            Eskiden iftarlarda misafirsiz sofra olmazdı. İnsanlar bir somun ekmeğini dostlarıyla bölüşürdü. İftardan sonra teravihe gidilirdi. İstanbullular Direklerarası’na giderek ortaoyunu, karagöz ve meddah seyrederdi. Çayların biri gider, biri gelirdi. Evlerde kalan kadınlar da musiki âlemleri yapardı. Kahveler Yemen’den gelirdi… Ve her birinin kırk yıl hatırı olurdu.

Oysa şimdi, tadı damaklarımızda kalan o eski ramazanları bir türlü yaşayamıyoruz. İnsanlar misafir ağırlamayı artık yük olarak görüyor. O zamanlar misafirin bereketiyle geldiğine gönülden inanılırdı. Üstelik misafirlere yemek sonunda ‘diş kirası’ adı altında hediyeler bile verilirdi. Hem yedir, hem de hediye ver… Hangi kültür ve medeniyette var böyle incelik? Bizde vardı işte, fakat bugün pek çok değerimiz gibi, onları da kaybettik.

Günümüzde evlerimizin başköşesine “ekran efendi” oturmuş, önünde topluca saygıyla eğilip donuk bakışlarla onu pürdikkat seyrediyoruz. Yaşama biçimlerimiz çok değişti. Artık o eski ramazanları yaşayamıyoruz. Eski(meyen) gelenek ve görenekler rafa kaldırıldı.

            O eski ramazanlarda yemekler hazırlanır, topun atılması beklenirdi. Dededen toruna kadar bütün aile fertleri sofranın etrafını çepeçevre sarardı. Yürekler Allah’ın emrini yerine getirmiş olmanın verdiği hazla dolup taşardı. Ezanlar can kulağıyla dinlenirdi. Oysa günümüzde insanlar geçim derdine düşmüş… Kimsenin koşturmaktan kendine ve dostlarına ayıracak vakti yok. Yarış atlarına dönüşmüş fertler, oradan oraya koşuşturup duruyorlar. Böyle bir dünyada insanın, kalbinin ve inançlarının sesini dinlemesi mümkün müdür?

            Eski zaman ramazanlarında sofranın başköşesinde nefis tatlılar olurdu. Birbirinden güzel ve özel tatlılar büyük emekle hazırlanır, eşe dosta sunulurdu. Tatlı olur da birbirinden güzel ve özel çeşitli içecekler olmaz mı? Onlar da susayanlara hayat iksiri niyetine sunulurdu.

Tatlılar ve içecekler çeşitlilik arz ederdi. Hepsi de doğaldı, zira evlerde yapılırlardı. Bugün maalesef evlerimizde ne idüğü belirsiz, asit yoğunluğu yüksek kolalar içiyoruz. İçeriği hiç de güvenli olmayan bu içeceklerle midelerimizi tahrip ediyoruz. Zamanımızda tatlılar genellikle hazır geliyor eve. Bu işle uğraşan işyerlerinden satın alıp sofralarımıza getiriyoruz. Oysa eskiden baklavalar ve bilumum tatlılar evde hazırlanır, herkes bu işe el verirdi.

 

Dünün neşeli Ramazanları

 

Müstesna zaman dilimlerinden birisidir mübarek ramazan… Onun için de Müslümanlar tarafından büyük bir şevkle karşılanır. Bu aya erişmeden evvel hazırlıklara girişilir. Kadınlar ramazanlık yiyecekler hazırlamaya aylar önceden başlarlar. Yufkalar açılır, konserveler yapılır. Kadınlar her gün birbirine gidip bu gibi hazırlıkları beraberce yaparlar. Bu ayda büyük bir yardımlaşma ve dayanışma örneği gösterilir.

Ramazan deyince hiç şüphesiz ki aklımıza ramazan davulcuları geliyor. Çok eskilerden bugüne intikal eden ramazan davulculuğu geleneği bugün de devam ediyor. Oruç tutacaklara sahuru haber veren ve kalkıp yemelerini sağlayan bu kişiler nedense günümüzde bazı kesimler tarafından dışlanıyorlar. Hatta bazı belediyeler ramazan davulu çalınmasını yasaklıyorlar. Oruç tutmayanlar bu köklü geleneğin kalkmasını istiyorlar.

 Gerçi oruç tutanların bir kısmı da ramazan davulcularına sıcak bakmıyor. Çünkü küçük çocuklar gecenin yarısında uyanıyorlar; hatta korkuyorlar.  Bir daha da yataklarına yatmıyorlar, anneleriyle yatıyorlar. Bazı çocukların davul sesinden etkilenip uyandıkları doğrudur. Fakat bunda asıl kabahat davulcularındır. Çünkü davul çalmanın da belli bir adabı vardır. Amaç oruç tutacakları uyandırmak ve ertesi gün aç kalmalarını önlemektir. Fakat bazı davulcular sanki inadına mahalleyi ayağa kaldırıyor. Bir anda her şey arapsaçına dönüyor. Bu gibi sorumsuz kişiler çok köklü bir geleneğin yavaş yavaş kaybolmasına neden oluyor.

Bazı belediyeler ramazan davulcularının eğitilmesine önayak oluyor. Müzik alanında çalışanlar onlara davul çalmanın yollarını öğretiyor. Bu doğru ve yerinde bir uygulamadır. Çünkü gece yarısında ritimsiz bir gürültüyle uyanmayı hiç kimse istemez. Çok eskiden insanların diledikleri saatte uyanmasını sağlayan çalar saatler yoktu veya çok yaygın değildi. Fakat günümüzde hemen her evde çalar saat vardır. Hatta teknolojinin nimetlerinden biri olan cep telefonları saat görevi de görerek bizi istediğimiz saatte uyararak kalkmamızı sağlıyorlar. Demek ki artık davulcuların görevi insanları sahura kaldırmaktan öte köklü bir geleneği devam ettirmek, ramazana eğlenceli bir hava kazandırmaktır. Bunu yapanların belli bir müzik eğitiminin olması şarttır. Özellikle vurmalı çalgılar konusunda tecrübeli olmaları, bu alanda eğitim almaları gerekir. Aksi halde gelenek ve eğlence zulme dönüşür. Bu çağda insanları ritimsiz gürültüyle sahura kaldırmak, geleneğin yozlaşması sonucunu doğurur. 

Ramazanlarda davulcular hem davul çalar, hem de bu ayın ruhuna uygun maniler söylerler. Mani halk kültüründe ve edebiyatımızda çok köklü bir geleneğe ve muhtevaya sahiptir. Maniler, söyleyeni belli olmayan, genellikle 7’li hece ölçüsüne göre söylenen dörtlüklerdir. Doğu Anadolu’da mani yerine ‘bayatı’ sözü de kullanılmaktadır. Uyak düzeni “a - a - b – a” şeklindedir. İlk iki mısra birbirinden bağımsız olup; asıl vurgulayıcı içerik, üçüncü ve dördüncü mısralarda yer almaktadır. Konuları aşk, gurbet, ayrılık, kıskançlık olabileceği gibi, ramazan manileri gibi özel zamanlara ait manilere de rastlanmaktadır. Ramazan ayında davulcuların söylediği manilerden bir kısmını dikkatinize sunmak istiyorum:

          “Yeni Cami direk ister

            Söylemeye yürek ister
            Benim karnım toktur amma

            Arkadaşım börek ister

 

Sokak yolu dar mıdır?

Minaresi var mıdır?
İftara kal diyorlar,

Acep aslı var mıdır?

 

Aldanma sağa sola,

Gel gidelim hak yola,
Güzel oruç tutanın,

Akıbeti hayrola.

 

Maniler çiçeklidir.

Birbirine eklidir.
Davulcunun daveti,

Mutlaka böreklidir.

 

Herkes sabırla bekler,

Zayi olmaz emekler.
İftara geliyoruz

Hazırlansın yemekler.

 

Bak geldi etli dolma,

Çok yiyip göbek salma.
Üstüne bir kahve iç,

Terâvihe geç kalma!..

 

Kavuştuk Ramazana

Ne de büyük ihsana.
Bu ayda oruç tutmak,

Huzur verir insana.

 

Sahur oldu ışıyor,

Bülbüller ötüşüyor,
İftarda çay deyince,

Yüreğim tutuşuyor.”

 

Milletler gelenek ve göreneklerini yaşayarak daha güçlü kalırlar. Her ne kadar bu işi maddi bir beklenti karşılığında yapıyorsa da, ramazan davulcusu köklü bir geleneği devam ettiren insandır. Milletimizin değerleriyle zıtlaşmak, onlarla mücadele etmek yerine bu kültürel birikimi koruyup kollamalıyız. Milli ve manevi değerlerimiz sayesinde birbirlerimizle kenetlenebiliyoruz, aynı ruhu yaşıyoruz. Bizleri kendisine benzetmek ve yozlaştırmak isteyen Batılı toplumlara mesafeli durmalıyız; değerlerimize ve değerlilerimize sımsıkı sarılmalıyız.

 

Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer…

 

Bir başka güzeldi eski(meyen) ramazanlar... Bugünkünden daha asil ve vakurdular. Eski ramazanlarda aileler yer sofrasına oturur, sevgi ve muhabbet içerisinde iftarlarını ederlerdi. Kaşıkların ahenkli sesi sanki doyumsuz bir ritim oluştururdu. Herkes oruç tuttuğu için, aile iftar ve sahurda eksiksiz bir araya gelirdi. Yemeklerin hazırlanmasında, sofraların kurulmasında ve kaldırılmasında, bulaşıkların yıkanmasında işbölümü yapılırdı. Kimse kimseye yük olmak istemezdi. Aksine herkes gönüllü olarak elini taşın altına koyardı.

Bugün içi boşaltılmış, maneviyattan uzak düşmüş, sırf kuru bir gelenek olarak yaşatılan ramazanları görüp de ‘âh o eski ramazanlar’ diye geçmişe özlem duyanlara hak veriyorum. Çünkü çağımız, insanı maddî bir varlık olarak kabul etmiş, onun ruh tarafını nedense hesaba katmamıştır. Bu mevcut durum, bolluk içinde yaşamamıza rağmen huzurumuzu temin edememiş, hatta var olan keyfimizi de kaçırmıştır. İnsanın fıtratını hiçe sayınca ortaya çıkacak manzara bundan daha farklı olamazdı. İnsanı merkez kabul etmeyen anlayışlar yıkılmaya ve yok olmaya mahkûmdur. Böyle sistemler insana aradığı huzuru sağlayamaz, mevcut huzurunu da kaçırır. Huzursuzluğumuzun yegâne sebebi de budur.

Millet olarak yaptığımız en büyük hata, dini dünyevileştirmektir. Gittiğimiz bu yol fevkalade yanlıştır. Bugün acılar, sefaletler, afetler, felâketler, zilletler ve manevî işgaller içerisinde yaşıyor olmamız, geçmişte yaptığımız hataların tezahürüdür. Dünyevî hayatı uhrevî hayata tercih etmek, içimizdeki boşluğun çapını her geçen gün daha da büyütüyor. İçimizde büyüttüğümüz ümit tomurcuklarının eşkinleri, dayanıksız olduğu için, hafif rüzgârda bile kırılıyor. Oysa bu eşkinler bir zamanlar çelikten daha dayanıklıydı. Demek ki bunları uzun süre susuz bıraktık, kurudu, pörsüdü, boyun büktüler, diriliklerini ve iriliklerini kaybettiler. Bunları tekrar yeşertmek bizim azim ve kararlılığımızla mümkün olabilir.

Dünden haz ve hız alıp yarınlara koşma azmini ve kararlılığını içimizde bulabilirsek nostaljiler hakikat aynasında boy göstermeye, boynu bükük güllerimiz istikbal vazosunda yeşermeye başlayacaktır. Siz yeter ki uygun toprak, uygun vazo ve yeterli su bulun ve onlara gözünüz gibi bakın. Her şey bugüne nazaran daha da güzelleşecek ve hayat anlamını bulacaktır. Bu arzuyu yaşayacak ve yaşatacak gönüllere bugün ne çok ihtiyacımız vardır.

Televizyonun sohbet kültürünü öldürdüğü de bir hakikattir. İftara çağırdığınız kişilerle kahveler ve demli çaylar eşliğinde muhabbet etmek varken televizyona kilitlenmek de neyin nesi? Misafiriniz ramazanı vesile kılarak sizinle üç beş laf etmek için kalkıp evinize kadar teşrif etti. Onunla oturup televizyon seyredesiniz diye değil. Fakat günümüzde misafirlikte toplu sohbetler değil, topluca diziler seyredilip sonra da dizi üzerinde yorumlar yapılıyor. İnsanlıkla yaşıt olan sohbet kültürü, tarihin çöp kutusuna atılıyor. Benim asıl karşı olduğum budur. Ben o eski ramazanlarda iftar sonrasında kurulan muhabbet halkalarını özlüyorum.

 

Köyümün eski(meyen) Ramazanları

 

Her yıl daha bir gençleşerek ve tazelenerek gelir, hayatımıza girer ramazan. Yüreğimizin en mahrem yerine kurar ak otağını. Akıp giden yıllar, onu kocatamaz. Mahyalar selatin camilerin minarelerine boydan boya gerilir. Okunan ezanlar iftar sevincini müjdeler.

Anlata anlata bitiremediğimiz o eski(meyen) ramazanlar geçmişte kaldı. Şimdi onlara dair unutulmaz anılardır zihnimizi meşgul eden… Benim de eski ramazanlara dair hatıralarım çoktur. Onları düşündükçe eski ramazanların izleri belirir zihnimin kuytularında.

Çocukluğumun ramazanları Trabzon’un merkeze en uzak ilçelerinden biri olan Köprübaşı’nda geçti. Gündoğan Mahallesinin on beş, yirmi hanelik Kosron mevkiinde... Mahallemizde cami olmadığı için karşı köydeki Güneşli Camii’nden faydalanırdık.

Evimizden camiye yaya olarak on beş dakikada varılırdı. Fakat genç hâlimizle bu süreyi yarıya kadar düşürürdük. Gece vakti kapkaranlık yolları yürüyerek teravihe giderdik.

Neler yapmazdık çocukluk yıllarımızın ramazanlarında. Hiç unutmam, karşı köydeki minarenin döne döne yükselen merdivenlerini takip ederek şerefeye çıkardık. Merdiven karanlığında birbirimizi korkuturduk. Hocayı taklit eder, sözüm ona minareden ezan okurduk. Köyün nur yüzlü yaşlı hocası kızardı bize; ama dövecek kadar da ileri gitmezdi doğrusu....

Karşı köydeki camide “medrese” adını verdiğimiz imam lojmanı vardı(r). İmam, yaz kış orada kalırdı. Eşi yanında olmadığı için de ramazanda yemeklerini köylü verirdi. Bir ev iftar yemeğini, bir ev de sahur yemeğini hazırlardı. Bu köylü için bir yük değil, aksine bir zevkti. Günümüzde böyle bir şey yapılsa insanlar hemen “İmam maaş almıyor mu? Niye ben yemek verecekmişim ona” diye isyanı basar. Fakat o dönemde insanlar bugünkü gibi bozulmamıştı. Köyümüzdeki o zamanki eski camide ramazanın ortasından sonra her akşam mevlit okunurdu. O zamanlarlar mis gibi kokan tütsüler yakılır, caminin içinde dolaştırılırdı. Caminin içi çiçek bahçesi gibi mis kokardı. Günümüzde bu tütsü yakma işi kaldırıldı.

 

Hiç unutulur mu o eski teravih namazları?

 

O yıllarda hemen her caminin kocaman güğümleri olurdu. O güğümün içi suyla doldurulur, içine toz şeker konulup karıştırılırdı. Bildiğimiz bir çeşit şerbet yapılırdı. Bu şerbet mevlitte bardaklara doldurulup cemaate dağıtılırdı. Şerbetimizi içtiğimiz halde bir kere daha almak için arka sıralara geçerdik. Şerbet içmekten karınlarımız davul gibi olurdu.

Camide teravih namazı öncesinde mevlit okunurdu. Süleyman Çelebi’nin Mevlid’ini büyük bir vecd içerisinde dinlerdik. Mevlit, manevî duyguları yansıtan bir şiirden öte, kutsal bir ayin gibi gelirdi bize. Bu şiir okunurken konuşmak, günah olarak addedilirdi. Mevlit, yatsı ezanının okunmasına doğru bitirilirdi. İmam yüksek sesle dua eder, bizler de “Amin” derdik. Fakat hocanın ne dediğini duymazdık bile. O kadar bağırırdık ki sesimiz caminin kubbesinden yankılanırdı. Normalde her cümlenin sonunda “Amin” denilirdi. Fakat biz çocuklar, imamın dua cümlesini bitirmesini beklemez, neredeyse her kelimeden sonra “Amin” derdik.

Mevlit okunduktan ve dua edildikten sonra akide şekeri dağıtılırdı. Bugünkü gibi ambalajlı paketler kullanılmazdı. Açık olarak kilo işi alınan şekerler kese kâğıdına sarılıp öyle dağıtılırdı. Aldığımız şekerlere kanaat etmez, tekrar tekrar şeker almak için caminin içini fırıl fırıl dolaşırdık. Yaşlı amcalar bu durumunuzu bildiği için kendi şekerlerini de bize verirlerdi.

Çocukluğumun ramazanlarında hemen her gece teravih namazına giderdik. Çocuğun teravih namazı nasıl olur bilirsiniz. Henüz ergenlik çağına girmediğimiz için teravihler bir çeşit oyun gelirdi bize. Ya birbirimizin üstüne secde ederdik, ya da birbirimizin ayaklarının altını gıdıklardık. Babalarımız selam verince ters ters bakarlardı bize. Fakat camiden dışarı atmazlardı bizi. Çocukluklarımıza tahammül ederlerdi. Kim bilir o zaman camiden dışarı atılsaydık, bugün o camilere devam eden insanlar olabilir miydik? Günümüzde çocukların teravihlerdeki masum taşkınlıklarına sert bir şekilde cevap verip onları camiden soğutanlar, zihinlerinde yanlış ve olumsuz bir cami imajı oluşturanlar, büyük vebal altındadır. Belki onlar gelecekte, büyüklerin bu yanlış tavır ve davranışları yüzünden camiye mesafeli duracaklardır.

Sözlerimi vaktiyle kaleme aldığım "Ramazaniye" adlı bir şiirimle bitirmek istiyorum:

 

            Ufukta göründü hilâl

            Kalpleri terk etti melâl

            On dört asır evvelinden...

            Ezanı okudu Bilâl


            Hakk'tan bize ihsan oldu

            Gönüller şaduman oldu

            İçtik rahmet çeşmesinden

            Bir millet hanüman oldu

 

            Kul günahı terk eyledi

            Nefis yıldı, çark eyledi

            Bu ayın güzelliğini...

            Kör olmayan fark eyledi

 

            Işığa gark oldu gece

            Sevgiye banıldı hece

            Ramazanın ikliminde

            Gönüller şen, ruhlar yüce

 

            Kalpler Hakk'a şükürdedir

            Dağlar taşlar zikirdedir

            Hakikatin eşiğinde...

            Zıtlar aynı fikirdedir

 

            Yandı yürek kandilleri

            Rahmet bürüdü dilleri

            Açtı gönül bahçesinde...

            Dost bağının ak gülleri

 

            Tehir edince hazları...

            Söktü yüreğin buzları

            Doğdu ramazan güneşi...

            Kıskandırdı yıldızları

 

            Ramazanı, sapan bilmez

            Kör nefsine tapan bilmez

            İlmiyle âmil olmayan...

            Hakikatten kopan bilmez

 

            Can burcu sefada şimdi

            Gönüller vefada şimdi

            Melekleşti insanoğlu

            Şeytanlar cefada şimdi

 

 

 

( "Âh O Eski Ramazanlar" Demeyen Var Mı? başlıklı yazı M.Nihat Malkoç tarafından 7.04.2023 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.