DEDENİN TABİATTAKİ YÜRÜYÜŞÜ
Dedenin rüyaları gittikçe daha vahim bir hal alıyordu. Gök yerle adeta yer değiştirmeye başlamıştı dedenin bu rüyalarında.
Bu rüya, insanlığın –Adem’le Havva’nın- yeryüzüne ayak bastıkları, cezalandırıldıkları ilk anı anımsattı adeta kendisine.
Yeni rüyası şöyleydi: Her taraf güllük gülistanlık, yemyeşil... Upuzun ağaçlar ... Sonsuz sular... Bu ağaçların, göğe alttan bir dokunuşta bulundukları hissine kapıldı dede ilk etapta, Ağaçların: göğü, göğün bereketini, merhametini müteşekkir bir edayla dile getirdiğini düşündü. Bu rüyalarında, yine yükseltilerine çıktığı bu gezegenin ilk halindeki uçsuz bucaksız Ummanlarını da görebiliyordu.
Rüyada, rüya aleminde olmasına karşın derin bir oh çekti. Bu Ummanlardaki fırtınaları gözlemledi ilkin. Nereden estiğini gizlemek istercesine dört bir yandan esiyordu fırtına.
Dalgalar ...dalgalar., bütün hünerlerini gösteren bir akrobat veyahut ressam gibi yükseltilerini, ebatlarını kendilerinin bile hesaplayamadığı bir hızlılıkla, bu coşkunluklarına belli ki cömertliği üzerinde olan göğün bütün renklerini de ortak ederek hünerlerini gösteriyorlardı. Şaka mı bu diye dudakları titrer bir vaziyette mırıldandı. Hayır şaka değil, şaka olamaz. Gördüklerinden emindi. O vaziyette gayri ihtiyari de olsa sağına soluna bakındı; gördüklerine birilerini ortak etmek istercesine. Bu davranışının tuhaflığına doğrusu kendisi de içerledi. Çünkü yalnız olduğundan en az yalnızlığı kadar emindi.

Az sonra o koca yeşil deryanın tam ortasında olacak, renk cümbüşünü kıracak cinsten bir ağaçlık ilişti gözlerine. Hayreti, şaşkınlığı bir kat daha arttı. Gözüne ilişen farklılığı tanımlamaya, anlamaya çalıştı ilkin. Hastasına uzaktan teşhis koyamayacağını hatırladı bir tabibin. Neyse ki kendisinin tabib olmadığının farkına da çok geçmeden varabildi.
Bu tabib düşüncesinin, nerden hafızasının hangi gizli, derin, gömülü anlarından geldiğini, buğulanan gözleriyle anlamaya çalıştı bir süre daha.
Buğulanan gözler az önceki ummanları da adeta içlerine boşaltmış gibi oldu. Şaşkınlığı, düşüncesinin her karesinde bu ummanda dümeninin kontrolünü kaybeden kaptan gibi arttıkça artıyordu.
Bütün düşünceleri bir kenara atarak tekrar yeşilliğe: o koyu yeşilliğe iliştirdi gözlerini. Uzaklığın; yani o yeşilliğin, on tepe aşımı bir mesafede olduğunu kestirebildi yorgun ve sulu gözleriyle. Yürüdü, yürüdü günlerce. Bu yürüyüşü hesapladığından da oldukça uzun sürdü. Bu ağaçların koyu gölgelerinde dinlenmek için bir süre yüzükoyun uzandı. Yüzükoyun uzandıktan az sonra da yorgunluktan, uykusuzluktan olacak gözlerini bir daha kapadı.

Uyku içinde uyku. Bu, onun: yani dedenin yaşadığı ikinci bir durumdu uyku içinde uyumak. Acaba yaratıcının insana verdiği, insanlığın çözümünde kanaat sahibi olamadığı, yaşamın, yaşamının gizli şifresi miydi uyku içinde uyumak? Bu dünyada yaratıcının, insanda cennet ve cehennemi görmesine benziyordu. Şifre bu! şifre bu diye heyecanlandı. O esnada göğsü birkaç defa inip kalktı. “Hayatın, hayatının büyük ikramiyesini kazandı” hissine kapıldı bir süre daha bu ikinci uykusunda.
Dedenin rüyaları kızıllıktan o ana kadar görmediği maviye dönüşüyordu. Mavi... Yaşamın. yaşamının bütün renklerini barındıran maviye... Günah, sevap... Günah, sevap... İnsanlığın duyularına hitap eden her renk., her renge icabet ediyordu bu rüyalar. Rüyadan uyanır uyanmaz, ilkin onlarca cins ağaçtan mürekkep bir ormanda olduğunu gözlemledi. Bu ağaçlar cins cinsti. Fakat nasıl oluyor da bu kadar farklı türden ağaç bir araya gedip bu birlikteliği oluşturabiliyordu? Doğrusu bir anlam veremedi.

Gözlerini kısarak avını daha rahat gözlemleyebileceğim ve böylelikle de etkisiz hale getirebileceğini düşündü.
Düşüncelerini fazla irdelemeden derhal ağaçlara dikti gözlerini.
Onlarca insan boyunda kayın, meşe, gürgen, çam ve her zaman olduğu gibi yükseltide birinciliği kimseye bırakmayan kavak ağaçları vardı.
Yine her biri yeşil olmasına karşın bu ağaçların güneşle olan irtibatından mıdır veyahut da su kaynaklarından farklı ölçülerde beslenmesinden midir yeşilin farklı tonlarını barındırıyorlardı.
Doğrusu yine yaratıcıyı ve yaratıcının o dehşetli büyüklüğünü, azametini tekrar tekrar yad etti. “ Doğru ya! biz insanlar da öyle değil miyiz? Her birimiz aynı mayadan gelmemize karşın farklı farklı milletlere, kavimlere, ailelere bölünmedik mi, böylelikle bir arada yaşamıyor muyuz? Demek insanlara sunulan yaşamın bir benzerini diğer canlılarda da bulabiliyoruz. Kuşlar, böcekler, ağaçlar, deniz canlıları...
Hepsi; ama hepsi bu denklemin birer parçası. Yalnız ilgisini bu duygu yoğunluğunun, karmaşasının içinde de olsa sonradan meşe olduğuna karar vereceği ağaçta yoğunlaştırdı. Ağacı, her zaman, normal hayatında sıkça gördüğü bu ağacı, laboratuar şartlarındaki bir hekim gibi, alıcılarının eşik noktalarını son haddine kadar zorlayarak daha bir yakından gözlemledi. Yapraklarını, adeta insan elini andıran yapraklarını, nefesi kesilircesine didik didik etmeye başladı.

Bu yaprakları o dallara tutunmuş halde değil de başka bir yerde görse insan eli olacaklarından şüphe duymayacaktı. Yapraklar bulundukları ağaçlarda daldan dala yoğunlaşıp genişledikçe korkusu, tabiatın bu köhne orkestrasına eşlik ediyormuşçasına daha da artıyor büzüldükçe büzülüyordu.
Kendisini dehşete düşüren, özellikle de yaprakların dip taraflarında bunlara besin kaynağı olduklarını düşündüğü ağaçlara tekrar iliştirdi gözlerini. O an düşüp bayılacak gibi oldu. Ağaçların diplerine kümelenmiş, yakından baktıkça taşlarındaki yazılarda farklı lisanlardan, insanlardan olduğunu göreceği boy boy mezarlar.

“İyi de bu insanları hem de farklı dinlerden, milletlerden oluştukları halde buraya bir araya, bu kader birlikteliğine kim nasıl zorladı. Doğrusu insan yaşamından eser taşımayan bu coğrafyada bunu anlamam kabil değil.” Diyerekten bir dosta yahut insana açılma özlemini yalnızlıktan, çaresizlikten olacak kendi kendine bazen mırıldanarak da olsa gidermeye çalışıyordu.
Bu durumu, köylerindeyken feci şekilde yağan yağmurlardan sonra oluşan sellerin, türlü türlü yerlere has toprakları bir araya topladığı ovaları ve bu ovaların bereket fışkıran tarlalarını anımsadı. Bu düşünce kısmen de olsa kendisini rahatlattı. Adeta Kainatın, var oluşun bir şifresini daha çözmüş gibi hissetti kendini.
( Dedenin Tabiattaki Yürüyüşü başlıklı yazı atilla-can tarafından 10.03.2010 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.