Namaza, ölüm kalktı. İkinci horoz gibi öten saati susturdum. Huzurda durdum. Biter bitmez postuma oturdum. Uykum kaçmıştı. İniş sırasına göre okuduğum Kuran’ı elime aldım. Sırada Hac Suresi vardı. Bir süredir kafamda “med-cezir” var. Şimdiki gençler “gel-git” diyorlar. Hangisi önce?  Hiç sorun değil! Arapça mantığıyla “git-gel” demek. Hangisi öncelikli? Hiç sorun değil!. Hayat bu; iç içe…
Gündüz biraz kestirmiştim. Saat gece yarısına geliyordu ama hâlâ uykum yoktu. Gençlik günlerinde karaladığım dizeyi mırıldandım: “Sattım bu gece yine/ Uykumu/ Uyku çiçeğine sattım…” Uykumun gelmesi için okumalıydım. Ama kitabı elime almadan önce, elim telefona vardı. “Hadis Meclisi” grubuna göz atarken bir soruya takıldım: “Hadisler ne zaman yazıldı?” birileri cevap veriyor, soran cevabı ilginç buluyor ama yine de “Sadece bir yorum” diyordu. “Hadisler ne zaman yazıldı?” sorusu aslında verilmiş bir cevabı da içeriyordu: “Şu kadar yüzyıl sonra!” demek istiyordu.
Söylenecek çok şey vardı çünkü bu adam yazıyı “bir şey” değil; “her şey” sanmaktaydı.
“Sözlü kültürün tarihteki yerini bilmeyenlerin yazı önemsediklerini; 20. yüzyıl insanına bunu anlamasının ve anlatmanın zor olduğunu; anakronizm denilen tarihi yanılgı kapsamına girdiğini; fotoshop’la yapılmış bir resmi gören kişinin “Gözümle gördüğüme de mi inanmayayım?!” demesi gibi bir açmaz olduğunu yazıp “Daha çok okuman gerekir çoookkk!” diyerek bitirdim ama ardından hazır cevap geldi: “Bu da bir yorum…” Sanki amaç ikna olmak değil de cevap yetiştirmek…
Hac Suresi bitmişti ama hâlâ uykum gelmiyordu. Elim, raftaki kitaplardan NFK’nın tiyatrolarına gitti. Birini aldım: “Yunus Emre-Kanlı Sarık-Para-mukaddes Emanet” yazıyordu. “Baştan başlayayım” dedim ve Yunus’u okumaya koyuldum.
Üstadın tiyatroları 1976 yılında, Kültür Bakanlığı tarafından basılmış. Mayıs 79 yılında, çiçeği bununda bir öğretmenken, Mardin’de almışım. Altını çizmediğim veya not düşmediğim kitabımı okumuş saymam. Yunus Emre’de bunlar yoktu; galiba okumamıştım. “Bunların ne anlamı var?” demeyin. Bunlar hâdiselerin arka-planı ve anlamlı.
“Sözlü kültür-Yazılı kültür” dedim de, tiyatro sözlü kültüre nasıl da benziyordu. Ama yazılı kültürün önemli bir türüydü. Tablo ve perdelerin başında, her konuşmanın önünde-arkasında, konuşanı yönlendiren parantez içinde italik harflerle yazılmış cümleler vardı. “Bunlar olmasa ne olur ki?!” diye düşündüm. Ama NFK sıra dışı bir yazardı. Adı da kendi gibi yabancı olan tiyatroyu Fransa’da kavramış; bu dili ve kültürü ana dili gibi bilen son Osmanlı kuşağının tekne kazıntılarındandı. “Ön tarafı açılır-kapanır bir mikâp gibi hayatı yakalamak… Kapana kıstırır gibi…. Tiyatro budur” diyordu.
Okudum. Diyaloglar müthişti ama “parantez içinde italik harflerle yazılmış cümleler” insanı oyalamaktalardı. Onları okumadan geçmeyi düşündüm ama olmadı: Kafamda kupkuru kelimeler, rastgele dolaşmaktalardı. “Kapana kıstırır gibi yakalanan hayat” yaşanmış; birileri de onu yazıya geçirmişti. Aslında hayat yaşanırken bu ayrıntılar ‘beden dili olarak’ vardı. Kupkuru olan yazı dilinin tadını-tuzunu getiren; konuşmalara anlam veren bu küçük ayrıntılardı. Hayat yaşanırken bunlar yapılmaktaydı; oyuncu oynamakta; seyirci görmekteydi. Ama yaşayanlar göçüp de hikâyeleri yazıya geçince, geriye kupkuru cümleler kaldı. Gerçek hayattan kopuk, yaşanan ortamdan kopuk, bağlamdan kopuk… Yine bir edebiyat türü olan Yunus’un ‘boncuk dizer gibi kelimeler sıraladığı’ şiirleri de üstadın anlatımıyla, bir zemine oturmaktalardı: “Okudum bildim deme!/ Çok taat kıldım deme!/ Eğer hakkı bilmezsen / Ettiğin laf etmektir.”
Kendine ‘dinazor’ diyen kadının hatıralarında geçtiği gibi, Üstad şair olmadan Fransız şiirini özümsemişti. Her şair, kendinden öncekilerden esinlenerek şiir yazar. Abdulhak Hamid, Şeyh Galib’i taklid ile suçlayanlara “Çaldımsa mirî malı çaldım” derken övünüyordu. Üstad, deprem ve artçı depremlerle sarsılan Müslüman Türk milleti için söylediği, “Heykel destek üstünde / Benim ruhum desteksiz” diyen bir şair olamazdı. Üstad, Yunus’u da özümsemişti. Öyle ki tiyatronun yarısını oluşturan şiirler, onun senaryosunda, daha bir anlamlı geliyordu. Tapduk Emre’yi ‘Erenler Köyü’nde bulan Yunus’un üç perde dokuz tabloluk tiyatro senaryosunun sonunda Üstad “25–26 Temmuz, Cuma Gecesi, Saat:12.30/ Erenköy” notunu düşüyordu. Önemli, tesadüf olmayacak kadar önemli. Ama yılı yoktu. Bu da mı önemli? Hangi yılda yazdığı? Üstadın bu noktaya, hangi yıl yani kaç yaşında geldiği önemli. Ama bu kusur, bir süreç izleyen yazı dosyasının hangi yıl olduğunu bile düşünmeden, saatine varana kadar atlamadığını düşünen adamın ayıbı. Atlanan bu ayrıntının cevabını bulmak için çok araştırmak gerekir. Tabi ki asıl belge kaybolmamışsa…
Edebî türler içinde tiyatro, ‘parantez içi ifadeler’ olmaksızın nasıl kuruysa, Kur’an metni de sünnet/hadis olmaksızın öyledir. Yunus Emre tiyatro/senaryosunu parantez içleri olmadan okuyun da bir görün. Bir de ‘adam gibi bir adam’ın bu senaryoyu oynadığını düşünsenize… Seyrettiğinizi hayallesenize… Tadına doyum olmaz. Kur’an’ın İlahî senaryosunu, Yüce Allah tarafından ‘seçilmiş adam’ oynamıştır. Med ve cezirlerle… Medlerin adına ‘sünnet’, onun yazılı kaydına da ‘hadis’ diyoruz. Gerçeğini çakmasından ayırmak kaydıyla.
Mutfak kapısı açık olunca karşı çamlarda yuvası olan karga gelip çerez tabağında bulunan onca çerez içinde kajoyu yemişti. Kayseri civarında saksağana karga dendiğini öğrendiğimde kırkını geçmiştim. Ömrümün yarısında Edirne’de, 60’ın başında Kars’ta, karganın ne olduğunu görerek öğrendim. Kendime “Ne alâka?!” diye sorunca, derim ki “Resmen akademisyen olunca, “Dilin akademik değil!” diye hakemlerden tenkit yedim. Onlara uyup birkaç yıldır ara sıra yazı karalamayı bırakmıştım. Çünkü saksağan kekliğin yürüyüşüne özenerek yürümek istemiş. Bu arada kendi yürüyüşünü de unutmuş! Bu yüzden bir kayar, bir sekermiş!
Karalanmış bu yazı, böyle bir psikolojinin ürünüdür.
 
 
 
( Saksağan Yürüyüşü başlıklı yazı Mustafa IŞIK tarafından 10.07.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.