27 Aralık 1936 yılında vefat eden İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif ERSOY’u; ölümünün 77 yılında anıyoruz. Belki yine alışılagelmiş resmi toplantılar, birkaç etkinlik yaparak millet olarak büyük şaire karşı görevimizi yerine getirdiğimizi sanacağız. Akif”i ne kadar tanıyoruz? Akif denilince yarım yamalak bir biyografi, safahatından bir iki şiir onu hakikaten anlamamıza yol açar mı?  İstiklal Marşı ve birkaç destan şiirinin dışında millet olarak ne kadar biliyoruz? Üzerinde durulması gereken konular var Akif’le ilgili.  Akif’in esasında bir hüzün şairi olduğunu,  bir yalnız adam olduğunu, hayatının 11 yılını uğruna istiklal marşı yazdığı vatanından ayrı geçirdiğini, fakirlik içinde geçirilen bir ömür yaşadığını, oğlu emin ERSOY’un hüzünlü hikâyesinin sonunda bir kamyon karoserinin içinde ölü bulunduğunu bilmeden anlayamayız Akif’i.  Tarihle yüzleşmek adına bunları bilmek durumundayız. Bu vatanın kendi evlatlarının kıymetini bilmesi adına gerçeklerle yüzleşmeliyiz. Bu yüzden Hicran Şairi Akif’i tanımalıyız. Onu tanımanın en önemli yollarından biri Safahatını anlamakla gerçekleşecektir. Safahatının ara sokaklarında bir yolculuğa çıkarak aslında bilinen ancak tanınmayan Akif’le tanışalım. Tanımak içinde, Akif’in şiirlerini hangi bağlamda yazdığını anlamaya çalışalım.

 

Safahata başlarken bütün eserlerinin, şiirlerinin; aczinin gözyaşları olduğunu belirtecektir. 

 

Şi'r için gözyaşı derler, onu bilmem, yalınız,

Aczimin giryesidir bence bütün asarım!
Ağlarım,ağlatamam; hissederim, söyleyemem;
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bizarım!

Bir Arnavut’tur Akif. Balkanlarda kendi milleti dâhil bağımsızlık hareketleri başladığında; ta o günden balkanların bu halinin ileride de facialar getireceğini görmüştür. Balkanların kopuşunu gören Akif, gördüğü facialar karşısında çılgına dönen Akif; 1913 yılında bir duygu patlaması olan “Tükürün” şiirini yazmıştır. Öylesine bir mesuliyet duygusudur ki; giden balkanların ardından kendisini suçlayacaktır.

 

Bakmayın, hem tükürün çehre-i murdarımıza!
Tükürün: Belki biraz duygu gelir arımıza!
Tükürün milleti alçakça vuran darbelere!
Tükürün onlara alkış dağıtan kahpelere!
Medeniyet denilen maskara mahlûku görün:
Tükürün Maskeli vicdanına asrın, tükürün!

 

Kurtuluş savaşı arifesidir, Milletin destan yazacak ruha ihtiyacı vardır. Akif’in söyleyecek sözü vardır. Anadolu’dadır, Kastamonu’da Nasrullah camindedir, Balıkesir’dedir. Kâh vaizdir cami kürsüsünde, kâh elinde sıratı müstakim dergisi ile bir ruh aşılamaktadır halka. Kurtuluş ruhu.  Destan şiiri tam bu demde dile gelmektedir.  

 

O ne yangın ki: Ocak kalmadı söndürmediği!

O ne tûfan ki: Yakıp yıktı bütün vâdîyi!

Âşinâ çehre arandım... O, meğer, hiç yokmuş...

Yalınız bir kuru çöl var ki, ne sorsan: Hâmûş!

Âşinâ çehre de yok hiçbirinin yâdı da yok;

Yakılan bunca hayâtın, hani, ecsâdı da yok!

 

Hayali büyüktür Akif’in, misakı milli değildir onun hedefi; daha büyüktür. Tüm İslam coğrafyasıdır arzusu, İttihadı İslamdır hayali.  Bugün bu coğrafyanın karışıklığı Akif’in ne kadar haklı olduğunu gösteriyor aslında. O gün Akif açısından gelinen nokta bir sukutu hayaldir. Bu ızdırap ona Türkiye’deki son şiirini yazdırmıştır.  “Leyla” dile gelecektir

 

Gel ey Leylâ, gel ey candan yakın cânan, uzaklaşma!
Senin derdinle canlardan geçen Mecnun'la uğraşma!
Düşün: Bîçârenin en kahraman, en gürbüz evlâdı,
Kimin uğrunda kurbandır ki, doğrandıkça doğrandı?
Şu yüz binlerce sönmüş yurda yangınlar veren kimdi?
Şu milyonlarca öksüz, dul kimin boynundadır şimdi?
Kimin boynundadır serden geçip berdâr olan canlar?
Kimin uğrundadır, Leylâ, o makteller, o zindanlar?
Helâl olsun o kurbanlar, o kanlar, tek sen ey Leylâ,
Görün bir kerrecik, ye's etmeden Mecnûn'u istîlâ.

Ve Akif; “etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda” diyen Akif Mısırdadır. “
Arkamda polis hafiyesi gezdiriyorlar. Ben, vatanını satmış ve memleketine ihânet etmiş adamlar gibi muamele görmeye tahammül edemiyorum” diyerek terk etmiştir. Vatanı. Hüzün yıllarıdır  Münacaatı vardır kendisi değildir aslında derdi vatanıdır tek sebep. İç dünyasının arzıdır. Kahire’de Hilvan’da dostu Eşref Edip’in tasviriyle eşya namına bir şey olmadığı evdedir, “hicran”dadır yani;  

 

İlâhi! Bir hata ettimse, elvermez mi hüsrânım?
Güneşler doğdu, aylar doğdu, ben hâlâ perîşânım!
Çakar şimşeklerin karşımda, yırtar ,çiğner âfâkı;
Henüz rûhum, fakat, bir yağmurun bin canla müştâkı.

İlâhi Pek bunaldım, nerde nûrun?Nerde gufranın?
Cehennem gezdirip dursun mu âfâkımda hicrânın?
Evet, gafletti sun’um, lâkin insan gaflet etmez mi?
Yıkıldım bir ömürdür döktüğüm yaşlarla, yetmez mi?

Diyecek kadar hicrandadır. 1925 sonundaki gidişinden sonra on bir sene Türkiye’ye dönmemiştir. Bu süreçte yazılan şiirler bir başka Akif’i çıkarı karşımıza Dostu ve ölümünden sonrada yanına defnedildiği, sevdiği arkadaşı Babanzade Ahmet Naime ithaf etmek istediği secde şiirini yazar.  

 

Bırak, hâsir kalan seyrinde mi'râcım devâm etsin;
Rükû'um yerde titrerken, huşû'um Arş'ı titretsin!
İlâhî! Serserî bir damlanım, yetmez mi hüsrânım?
Bırak taşsın da coştursun şu vahdet-zârı îmânım.
Bırak hilkatte hiç ses yok bırak meczûbunun feryâd...
Bırak tehlîlim artık dalgalansın, herçi-bâd-âbâd!

 

Sıkıntılıdır Akif yokluk içinde yaşamaktadır. İstanbul’a özlem duymaktadır. Hilvan’daki sıkıntılı hayatı ile Heybeliada’yı mukayese ederek Abbas Halim Paşaya söyle seslenir Ariza şiirinde,

 

Siz, mercanın a'lâsını attıkça şişerken;

Biz, kumda çirozlar gibi piştikçe pişerken!

Siz, Marmara âfâkını dürbünle süzerken;

Biz, poyrazı görsek diye, damlarda gezerken!

Siz, yelkeni açmış, suyun üstünden akarken;

Biz küp lere binmiş, size hasretle bakarken!

İnsâf ediniz: Kopmayacak, şey mi kıyâmet?

Elbette kopar. Dinle Paşa m, ceddine rahmet:

 

Gölgeler safahatın en hüzünlü kısmıdır. Akif hüzün yağmurunda ıslanmaktadır. “Hüsran”la başlar.

 

Ben böyle bakip durmayacaktim, dili bagli,
Islam'i uyandirmak için haykiracaktim.
Gür hisli, gür imanli beyinler, cosar ancak,
Ben zaten uzunboylu düsünmekten uzaktim!
Haykir! Kime, lakin? Hani sahipleri yurdun?
Ellerdi yatanlar, saga baktim, sola baktim;
Feryadimi artik bogarak, na'sini, tuttum,
Bin parça ettim si'irime gömdüm de biraktim.
Seller gibi vadiyi eninim saracakken,
Hiç çaglamadan, gizli inen yas gibi aktim.
Yoktur elemimden su sagir kubbede bir iz;
Inler 'Safahat'imdaki hüsran bile sessiz!

 

Akif’in dostluğu pahalıdır, dostları onun her şeyidir, Eşref Edip onun en yakın arkadaşlarından biridir ve ölüm döşeğindedir, Abbas Halim Paşaya yazar duygularını; Eşref Edip’e hatmimi tamamladım gözlerimi gözlerine diktim, ağlayamıyordum. Nihayet dayanamadım sarıldım boynuna canan niçin gittin diyecek kadar gaflet gösterdim. Ağlamaya başladım bu kıta bana mülhem oldu;

 

Hepsi göçmüş, hani yoldaşlarının hiçbiri yok!
Sen mi kaldın, yalnız kafileden böyle uzak?
Postu sermekse meramın yola serdirmezler;
hadi, gölgenle beraber silinip gitmene bak.

 

Asım’dır idealindeki genç Akif’in. “Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem”  diyen Akif Bunalan ruhuna uzun boylu bir sefer istemektedir. O yüzden Asım’a söyler sözünü.

 

Nasihatim sana:''herzeyle iştigali bırak!
Adamlığın yolu neredeyse, bul da girmeye bak!
Adam mısın: ebediyyen cihanda hürsün gez;
Yular takıp seni bir kimsecik sürükleyemez.
Adam değil misin, oğlum, gönüllüsün semere
Küfür savurma boyun kestiğin semercilere.

 

O 1935’de Akif, Antakya’dadır. Fransız mandasıdır Antakya. Hazmedemez Akif bu durumu. Antakya’yı nasıl buldunuz diye sorulunca, havada ağırlık var diyerek şu kıtayı okumuştur. 

 

Viranelerin yascısı baykuşlara döndüm.
Gördüm de hazânında bu cennet gibi yurdu.
Gül devrini bilseydim onun, bülbül olurdum.
Yâ Rabb beni evvel getireydin ne olurdu!

 

Antakya’dan Mısır’a geri döndüğünde çok sıkıntıdadır. Hastadır. Görüştüklerine: “Korkuyorum, buralarda öleceğim de memleketime gidemeyeceğim” demektedir. Ama hayalini kurduğu ülkesine son günlerini geçirmek üzere gelip kavuşur. Hastadır Akif. Resmî zevatın uzak durduğu, kuşkulu baktığı, hatta ürktüğü günlerdir. Gençliğin, haber aldığı çıplak tabutu, Albayrak’la sarılarak yine hiç resmi zevat olmadan onların omuzları üstünde Edirnekapı’ya, ebedî istirahatgâhına götürülür.

Resmi için yazdığı şiirinde, ifade ettiği gibi kavuşmuştur bir avuç toprağa.   

 

Şu serilmiş görünen gölgeme imrenmedeyim
Ne saadet hani ondan bile mahrumum ben.
Daha birkaç yıl eminim bu hayatın yükünü,
Dizlerim titreyerek çekmeğe mahkûmum ben.
Çöz de artık yükümün kördüğüm olmuş bağını,
Bana çok görme ilâhî bir avuç toprağını"

 

1911’de çıkardığı safahatın başında benim bütün eserlerim aczimin gözyaşlarıdır, diyen şair son safahatında “hiç çağlamadan gizli inen yaş gibi aktım”diyecektir. Yine gözyaşları vardır safahatın sonunda “sanatkar” şiiri ile bitirecektir safahatını;

 

Hudâ bilir ki dayanmaz, taş olsa bir sîne,
O gözlerinde dönen sağnağın dökülmesine.
Hayır! Yakar beni derdimle âşinâ çıkman,
Bırak ben ağlıyayım, sen çekil de karşımdan.
Belâ mı kaldı dünyâ evinde görmediğim
Bırak şu yaşları, hiç yoksa, görmeden gideyim!

 

KAYNAKÇA:

Safahat

Akif’e Dair, Dücane CÜNDİOĞLU

İstiklal Şairi Mehmet Akif Ersoy, M.Ertuğrul DÜZDAĞ

Mehmet Akif. Sezai Karakoç

 

 

( Hüzün Şairi Mehmet Akif başlıklı yazı Vedat Akıllı tarafından 12/26/2013 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.