“Koldivler” dediğimde, “bu da neymiş?” diyenlerinizi işitir gibiydim. Haklısınız. Hindistan’ın güneyinde birçok adadan oluşan bu küçük okyanus devletinin iklim değişikliği nedeniyle ileride sular altında kalması bekleniyormuş. “Bu halk ne olacak?” diye de merak etmeyin zira Avusturalya şimdiden onlara sığınma hakkı tanımış bile...
Ülke bir kaç sömürü ülkelerin el değiştirmesi sonrası bundan
tam 47 yıl önce iktidarı ele geçiren devlet başkanları uzun yıllar koltuğuna
öyle sarılmış ki, hiç bırakma niyetinde değilmiş! Yıllar sonra iletişimin
yaygınlaşması neticesinde halktan ve batıdan gelen baskılara dayanamayarak,
hani yaşlılıkta derken 2008 yılının Ekim ayında seçimle iktidarını bir başkasına
bırakmak zorunda kalmış. Yıllardır diktatör olarak anılan devlet başkanı da ilk
kez bir diktatörün seçimle iktidarı bırakması olarak da tarihe geçmiş!
Bu ilginç ada ülkesinde yaşayan halkın çoğunluğu yani
yüzde 97’si Müslümanmış, hal böyle olunca da adalet sistemlerini de şeriata
göre tercih etmişler. Bu ülkede öyle
alkol kullanamazsınız, hele domuz etini soktuğunuzda cezaların en ağırı ile
karşılaşırsınız. Bu küçük ada ülkesinin geçim kaynağı da ‘Balıkçılık’ ve ‘Turizm’miş.
Peki, ‘Turistler içki içmeyecek mi?’ Diye bir soru aklınıza gelmiş olabilir
sevgili okurum. Tabi ki içki içmek
yalnızca turistlerin bulunduğu mekânlarda serbestmiş. Bu ülkede kaç kişi mi
yaşıyor? Öyle çok değil, 3 milyon kişi, 2 bin 200 kilometre karede yaşamlarını
sürdürüyorlar.
Diktatörlerinden bahsetmiştik. Ülkenin yaşlıları öyle bir
anlatıyorlardı ki şaşmamak elde değildi. Diktatör adını taktıkları devlet başkanları ülkesinde
eğitim ve sağlık sorunları dururken, polis gücüne harcadığı paranın da haddi
hesabı yokmuş! Polis teşkilatına öyle önem vermiş ki, onların giyim, donanımlarını
hiç eksik etmezmiş, öyle ki maaşlarını da öğretmenlerden daha fazla verirmiş. Hele
öyle bir depodan söz ediliyormuş ki, içinde biber gazı stokları tavanları tıka
basa dolduruyormuş. Ne zaman öğrenciler, eğitim sistemini protesto etmek için birkaçı
bir araya gelse, hemen biber gazıyla
öğrencilerin gözleri yaşartıldığında, onlarda nereye kaçacaklarını bilemezlermiş. Yeter
ki polislerin eline düşülmesin, işte o zaman yandı keten helva hikâyesiyle
tutuklananların akıbetlerinden haber bile alınamazmış. Hatta bir keresinde
tutuklanan öğrenciyi ebeveynleri uzun süre görememiş. Birkaç ay sonra
gördüklerinde de çocuğunu tanıyamamışlar… Yüzü gözü mor içindeymiş. Haklarını
aramak şöyle dursun, hükümet ve başkanları hakkında söz söylemek bile
tutuklanma nedeniymiş.
Yalnız öğrenciler mi? Çalışanlarda zaman zaman sokaklarda
haklarını aramak isteseler de bunu başaramazlarmış. Zaten sendikanın olmadığı
ülkede gruplaşan çalışanlar, asgari
ücretin azlığı ve taşeronların haklarını kısması nedeniyle yaptıkları protestolarda
polis bir araya gelenlerin üzerine yine yoğun biber gazı sıkarak bir böcek gibi
sağa sola yalpalayarak kaçmalarına göz yumarlarmış. Tutuklamayı genelde pek
yapmak istemezlermiş. Devletin onları beslemesinin de maliyetli olacağını ve ülkede
yine de iş gücü kaybı yaşayacağını düşünürlermiş.
Ülkede matbaacılık zamanla ilerlemiş, yalnız matbaacılık
değil tabi ki gemisinin motoru arızalananlar da bu ülkeye gelirmiş. PVC yani
boru ve tuğla yapım sanayi de ilerlemiş. Hal böyle olunca buradaki şirketler de
hem işlerini yürütmek hem de politikalarını halka anlatmak için gazete ve TV’leri
ele geçirmişler. Ülkede zaten topu topu beş gazete çıkıyormuş. Üç tanede TV
kanalı ancak bunlardan iki tanesi devlet yanlısı, diğeri de çok az da olsa, muhalif olurmuş. Bu muhalif televizyon
kuruluşu da muhalif olup olmayacağına pişmanmış. Zira televizyonlarından
müfettişler hiç çıkmaz ve ceza üstüne ceza gelirmiş. Bunca olanlardan sonra ‘bu
ülkede hiç mi siyasi parti yok’ diyebilirsiniz. Olmaz olur mu, öyle çok parti
yokmuş ama iktidarı yöneten ve adı diktatör olarak çıkan Devlet Başkanlarının
bağlı olduğu Muhafazakârlar ile onlara muhalif olan Cumhuriyetçiler adı altında
iki parti varmış, zaten fazlasını da ülkenin konumu kaldırmazmış. Muhalif Parti’de
öyle her istediğini bu ülkede söyleme cesaretini de pek gösteremezmiş, bir
keresinde devlet başkanlarını eleştirmeye kalkan Cumhuriyetçi erkek milletvekiline
yapmadığını bırakmamışlar. Ona akıl almaz komplolar kurarak , bayan turistlerle
seks yaptığı yalan haberleriyle halka deşifre etmişler ve bunun üzerine de
ülkenin savcılarını göreve çağırarak milletvekili hakkında fezleke hazırlatıp,
meclislerinde milletvekilliğini düşürdükten sonra onu bir güzel tutuklatarak
sesini kestirmişler. Adam şimdi on yıldır içeride cezasının bitmesini bekliyor.
Başkentin bulunduğu ada turistlerinde en çok uğrak mekânıydı.
Otellerin birçoğunun sahibi de devlet başkanınındı. Gazete ve televizyon
şirketleri de burada faaliyetlerine devam ediyordu. Muson yağmurları da yeni
başlamıştı. Ortalığı sel götürüyor, halk derme çatma evlerini nasıl ayakta
tutabiliriz diye büyük bir mücadele içindeydi. Fırtına adayı esir almıştı.
Gerçi bu her yıl beklenen olağan bir durumdu. Devlet başkanı korumalı köşkünde
yer altı sığınağına girip, felaketten sonra tekrar görevine dönerdi. Halk ise
ne yapacağını bilemez, evleri su içinde kalır, onları temizlemekten ve hayata
yeniden döndürmekten canı çıkardı. Felaketin bilançosunu gazeteler verdiğin de,
bu kez korkunç rakam manşetteydi. “100
ölü ve 480 yaralı”
Her şey durulmuştu. Yaralar sarılmış, hayat normale
dönmüştü. Devlet Başkanları sığınağından çıkmış, kendisine ait televizyonundan
halkına, “Geçmiş olsun” temennisini sunuyordu. O gün zarar ziyanı yerinde
tespit için çıktığında yanındaki koruma ordusu da azımsanmayacak kadar çoktu.
Kara gözlüğü, şık elbisesi ve yanında eşiyle birlikte caddede halka sorular
sorduğunda, çevredeki evlerin tepelerine yerleştirilen keskin nişancıların
elleri de tetikteydi. Devlet Başkanı halkın sorunları dinliyordu ancak aklıda
batının zorlamasıyla yakında yapılacak seçimin telaşı içindeydi. Yüzündeki
ifade “Bu seçimde nereden çıktı, yıllardır gül gibi geçinip gidiyorduk” diyerek
yine de halkına şirin görünmek için yanına getirdiği erzak torbalarını
büyüklere oyuncakları da çevresinde biriken çocuklara dağıttırıyordu. Halkın
içinden, “Başkanım hayat pahalı, oğlumu okutacak para bulamıyoruz, bu sene
balıkçılıktan kazancımız olmadı, biraz teşvik” diye bağıran haykırışlara kulak
asmadan korumalarıyla ilerliyordu. Birden önüne atılıp, yere yatan gencin
üzerine basmamak için aniden durdu. Yanında iri yapılı, siyah gözlükleri ve
kulağında mikrofon ve elinde sten tabancalı korumasına;
“Kim
bu, neden önümde yatıyor?” dediğinde, korumalar hep birlikte devlet
başkanlarını etten duvar örerek çevrelemişlerdi. Korumalardan birisi yerde
yatan gence sordu:
“Ne istiyorsun?” diye sertçe çıkıştı. Genç;
“Açım,
işsizim ve iş istiyorum, sevdiğim bir kız var, iş bulamazsam babası kızını bana
vermeyecek, Allah rızası için bir iş!” dediğinde Devlet Başkanı gencin ayağa
kaldırılmasını istedi. Korumalar genci koltuk altından tutarak ayağa
kaldırdığında, Devlet Başkanı:
“Şimdi
oldu mu evladım, bakın televizyonlar bizi çekiyor, benim ülkemde aç kimse
olduğunu duyarlarsa, diğer halkım ne yapar, yarın onlar ayaklanırsa ben ne
yaparım, değil mi? Sonra polisim biber gazı sıkarsa onlara yazık olmaz mı?”
dediğinde, genç bitkince korumalardan kurtulup sessizce uzaklaştı…
Devlet
Başkanı korumalarının amirini yanına çağırıp kulağına bir şeyler fısıldadı. Birkaç
dakika sonrada özel kalem müdürü yanındaydı. Özel kalem müdürü genç bir kızdı.
Alımlıydı… Ona:
“Kızım
not al, bizim televizyonu ara bu akşam halka sesleneceğim, ama bu kez bir ilk
olsun ve gazetecilerde katılıp soru sorsunlar, batı bizi demokrasi yok diye
sıkıştırmaya başladı. Yalnız muhalif
gazeteci çağırmayın. Onların sorularıyla uğraşacak vaktim yok! Hadi bakalım
hemen organize et!” Özel Kalem Müdürü aracıyla ofisine geldiğinde telefonlara
sarıldı ve Başkanlarının taleplerini televizyon kuruluşlarına ve gazetelere
iletti. Gazetecilerin isimleri özel kaleme döndüğünde, kız başkanını tekrar aradı:
“Başkanım
istediğiniz gazeteciler tam size göre, hepsi de sizin görüşte, sorun çıkmaz”
dediğinde Başkan’ın karşıdan gelen sözleri kızı gülümsetmişti.
Televizyon
binası gelişmiş ülkelerdeki gibi çok katlı değildi ama yine de iki katı vardı.
Başkan büyük koruma ordusuyla televizyon binasına geldiğinde, siren sesleri ve
koruma araçlarının mavi ve kırmızı döngüsü durmak bilmiyordu. Etrafta
koşuşturan keskin nişancı koruma ordusu televizyon binasının yanındaki
binalarda çoktan yerini almıştı. Başkanın gösterişli siyah Mercedes marka aracı
televizyon binasının önündeki döner kapıya yaklaştığında başkanı karşılayan
yayın yönetmeni başkanı koruma ordusu arasında önce göremedi. Daha sonra döner
kapıya yaklaştığında aradan gördüğü yüzüne küçük bir gülümse bıraktığında başkan
da merdivenlerden yayının yapıldığı kata birlikte çıktılar. Başkanı önceden
hazırlanmış pasta ve böreklerin olduğu dinlenme odasına aldılar. Kapıyı tıklatan
genç kız:
“Başkanım
yayınımız bir saat sonra, ben sizi makyaj odasına alabilir miyim?” dediğinde
başkan önündeki pastayı son kez ağzının içinde çevirip yuttuğunda boğazının
düğümlendiğini anladı. Hemen yanı başındaki içecekten bir yudum alıp, kapıda
bekleyen kızla birlikte makyaj odasına geçtiler. Dört gazeteci ise ülkenin en
uyumlu gazetecileriydi. Başkanın yaptıklarını gazetelerinde öve öve bitiremiyordu.
Özellikle birkaç muhalif gazetecilerin yazdıklarını da yerden yere
vuruyorlardı. İşte bu gazeteciler bir odada kendi aralarında başkana neler soralım
diyerek program hakkında konuşuyorlardı. Biraz yaşlıca olanı,
“Başkana
muson yağmurlarından zarar görenlerin kaç kişi olduğunu, ne gibi önlemler
aldıklarını söylesem kızar mı?” dediğinde orta yaşlarda kelli felli olanı, “yine
de sorma” diye uyardı. Gazetecilerden en küçük olanı “ben de halkta yavaş yavaş
kıpırdanmalar olduğunu, batı da demokrasi için ülkemizi sıkıştırıyor, ne gibi
önlemler alıyorsunuz, diye sorsam ne
düşünür?” diye yanındaki arkadaşına sorduğunda, “Bence o soruyu sen unut,
başkan yoksa seni de kovdurur, aç kalırsın” diye uyarınca tüm gazeteciler bir
an sustular. Kıdemli olanı, “Arkadaşlar başkanın ülkemizde yaptıklarını
anlatalım ve daha ne gibi güzellikler yapmak istediğini soralım.” Dediğinde,
uzun ve zayıf olan gazeteci, “Bende otoyolların güzelliğinden, parkların
çoğalması ve yeşilliğinden bahsedeceğim” dediğinde kapıdan kafasını uzatan gözlüklü
genç:
“Programın
başlamasına on dakika kaldı, son hazırlıklarınızı yapar mısınız?” dediğinde,
kıdemli gazeteci sıkışmıştı. Koşturarak tuvalete girdiğinde kendisine benzeyen
adamın pisuar başındayken dik dik bakmasına önce bir anlam veremedi. İçinden “bana
da ne kadar benziyor!” diyerek kafasını iki tarafa sallayarak çişini tamamladığında,
lavabonun önündeydi. Aynaya baktı. Adam arkasındaydı. Musluktan avuçlarına doldurduğu suyu yüzüne
serptiği sırada ağzına gelen bezdeki kokunun kendisine neler yapılmak
istendiğini ancak birkaç saniye düşünebildi. Baygındı. Adam, gazeteciyi
sürükleyerek binaya girdiği ve kimsenin olmadığı hava boşluğuna getirdi. Gazetecinin
elbiselerini bir çırpıda değiştirip onu beline ip bağlayarak aşağıya
sarkıttığında kulaklığı ile sessizce arkadaşlarına talimat vererek gazeteciyi
aşağıya çekmelerini söyledi. Adam, tekrar tuvalete geri dönerek aynanın
karşısına geçti. Son kez maskesini kontrol ettiğinde tıpa tıp gazeteciye
benzemişti. Gülümseyerek odaya döndüğünde
arkadaşları:
“Yahu
nerede kaldın, prostat mı oldun ne?” dediğinde programın başlamasına da birkaç dakika
kalmıştı.
Stüdyoda
herkes yerindeydi. Gazetecinin yerine geçen adam karşısında duran Başkana
baktığında içinden “Şimdi sorularımla yandın!” diyordu. Programı yöneten kadının
gözü stüdyo şefindeydi, onun, üç, iki,
bir… ve ‘başla’ komutuyla konuklarına ‘hoş geldiniz’ diyerek programın içeriği
hakkında bilgi vererek konuklarını tanıtmaya başladı. Herkes gülümsüyordu.
Program yöneticisi sözü devlet başkanına verdiğinde, başkan neler yaptıklarını
ve neler yapacaklarını anlatmaya başladı. Gazetecinin yerine geçen adam ise
içinden “şimdi görürsün” diyerek gülümsüyordu. Program yöneticisi kadın, sözü
kıdemli gazeteciye verdiğinde ilk sorusunu yönetmişti.
“Sayın
Başkanım, sizin diktatör olduğunuzu ve yıllardır gerek basın, gerekse
kanunlarla halka ve muhalefete karşı baskı kurduğunuz söylenmekte, bu konudaki
düşünceleriniz…” dediğinde başta program sunucusu ile diğer gazeteciler donup
kalmıştı. Stüdyo şefi programı kesip kesmemekte kararsızdı. Kestiğinde başkan
ne düşünür, ona cevap hakkı vermeden programı kestiğim için beni de işimden
eder mi ikilemi arasında yayını kesmemeye karar verdi. Başkan önce kızardı,
stüdyonun sıcaklığı ile boncuk boncuk terlemeye başladı. Çatallanan konuşmasını
öksürerek düzeltip konuşmaya başladı.
“Kim
söylüyor bunları?” diyebildi…
Gazetecinin
yerine geçen adam;
“Batıdaki
basından duyuyoruz başkanım… Öyle bir şey var mı?”
“Neden
olsun ki, ülkemizde hiçbir sorun yok. Herkes hayatından memnun… Sağlık deseniz,
neyimiz eksik? Eğitim deseniz herkes mutlu okulunda… İş deseniz çalışana iş her
yerde var. Bakın daha yeni bir tuğla fabrikası ile PVS boru fabrikasını yeni açtık.
Orada en azından 200 kişiye istihdam olanağı sağladık. Her yeri AVM ve
parklarla donattık. Halkımız istediği gibi parklarda dinleniyor. Alışverişini
rahatça yapıyor. Yollarımız duble oldu. Turizme
de yeni oteller kazandırdık. Yani kısa
zamanda çok şeyler yaptık”
Adam:
“Ama
başkanım sokağa çıkıp sizi protesto edenlerin üzerine hemen biber gazı
sıkıyormuşsunuz. Bu konuda neler söyleyeceksiniz?” dediğinde, yanında oturan diğer
gazeteciler şaşırmış, yüzü kızarmış, ne diyeceklerini bilemiyordu. Arkadaşından
şüphe ederek ona dikkatlice baktı. Ancak hiçbir şeyden kuşkulanmadı… Eliyle
dizlerine çimdik atsa da adam sorularını peş peşe sıralamaya devam ediyordu.
Başkan gelen sorular karşısında ne diyeceğini bilemiyordu. Bir umut stüdyo
şefine baktı ve göz işareti ile “Programı kes” der gibiydi… Bir el işareti ile
kameralar susmuştu…
Sunucu
kız, “Teknik bir arıza nedeniyle yayınımıza bir süre ara vermek zorunda kaldık.
Özür dileriz. Günlerdir zevkle izlediğiniz “dizimizin tekrarını vermekten gurur
duyuyoruz…” dediğinde başkan da telefonuyla gazetecinin yayın yönetmenini düşürdüğünde:
“Derhal
kovun bu gazeteciyi!” diyordu…
Ertuğrul
Erdoğan
Haziran
2013 /Bursa
Not:
Öyküde geçen yer ve kişiler bir hayal ürünüdür.