BAYRAM SABAHI

 

 

 

Kurban Bayramı sabahıydı. Hava, güzel sayılırdı. Çoluk çocuğumla İstanbul’un sakinliğini farz ederek Eminönü ve Sultanahmet’i gezmek için evden çıktık. Bir taraftan eşim, bir taraftan kayınvalidem, küçük çocuğumun üşümemesi için gereğinden fazla hassasiyet ve ihtimam gösteriyordu. Gereğinden fazla bu kadar titreme, otobüsün gelmesi geciktikçe daha da ziyadeleşiyordu…

Bu iki durum, benim sinirlerimin gerilmesine sebebiyet veriyordu. Elimde duran pasomun arka yüzünü çevirdiğimde üstünde şöyle yazıyordu: “Konforlu, güvenli, hızlı ulaşım!” Bu yazıya tepki göstermemek elimde değildi. Mübarek belediye otobüsü değil de bir uçak olarak gösteriliyordu.

Aslında hiçbir zaman araba reklâmlarına bir anlam verememiştim. Çünkü araba reklâmlarında ya hız ya da kadının teşhir edilmesi ön planda tutuluyordu. Bana göre hız limitinin biraz üst sınırında sağlamlık ve güvenliğiyle ön plana çıkan bir araba üretilmeliydi.

“Aşağıya iki tane geçti, bu tarafa bir tane bile gelmedi.” diyen eşim de bu sefer kayın validemin küçük çocuğuma hassasiyet göstermesine tepki göstermeye başladı. “Hayırlısıyla şu otobüs gelse…” dedim eşime.

Uzayıp giden bu didişme ve düşünce keşmekeşliği içerisinde otobüs, geldi nihayet. Otobüsün ön kısmında toplananları, orta yerlere sere serpile yayılanları yara yara en sona doğru ilerlemeye başladık. Uyur gibi yapıp yan gözüyle bakanlardan hiç biri, kucağımda iki yaşındaki çocuğum olmasına rağmen bana yer vermiyordu. Özellikle gençlerin bu duyarsızlığı ve sahtekârca davranışları karşısında bir suçlu arama konusunda bir süre kararsız kaldım. Çünkü gerçek suçluyu muhâkeme edip ilan etmek gerçekten çok zordu. Birey mi suçlu, eğitimle uğraşan yetkililer mi, öğretmenler mi, toplum mu, onları bu dejenerasyona uğratan ortam mı?..

Otobüs, her duraktan bayrama gidecekleri toplayabilmek için var gücüyle çırpınıyor, sadece direksiyona hâkim olması gerektiği düşünülen şoför de ona yardımcı olabilmek için “Evet! Baş taraf, orta taraf! İlerleyelim lütfen!” diye ikide bir sesleniyordu… “Daha nereye ilerleyelim be kardeşim!” diye sitem edip balık istifi olduklarını iddia edenlerin homurtuları yükseliyordu bu sefer de.

Otobüsün bu kadar kalabalık olması, acaba bayrama verilen önemden mi, yoksa bayramlarda uygulanan yüzde elli indirimden mi kaynaklanıyordu?

Körüklü otobüsün en son kısmında ters olsa da kendime bir yer buldum. Perde takmayı, arabayla geri geri gitmeyi, ters şekilde yolculuk yapmayı oldum olası hiç sevemedim. Şimdi maalesef bu şekilde yolculuk etmek mecburiyetindeydim.

Soğanlık’tan sonra arka aralarda küçük yollu münakaşalar başladı. Bayramın rengini bozacak, ağız tadını kaçıracak nitelikteki bu küçük tartışmaların sebebini anlamaya çalışıyordum. Kalabalıktaki bir iki kişinin kımıldamasından sonra en arka kapıdaki ters koltukta küçük bir çocuk gözüme ilişti.

Bu çocuk, annesinin kucağında olacak yaştaydı bence. En azından yaşlı bayanlara nezaketen yer vermeliydi. Yanında annesi olduğunu tahmin ettiğim orta yaşlardaki kadın, hiç oralı bile olmuyordu. Gözümü bir anneden, bir çocuktan ayıramıyordum maalesef. Şimdi içimi için için kemiren bir sorunun sorumlusunu bulmuştum: Çocukların ilk terbiyelerini, ilk eğitimlerini üstlenen anneler… Adamın biri, sanki benim namıma bu kadına söylendi:

-Çocuğu kucağınıza alsanız da bu bayan buraya otursa hanımefendi!..

-Niye yer verecekmişim, dedi kadın sert bir ses tonuyla.

-Ben ona hem akbil bastım.

-Çocuğunuza büyüklere saygılı olmayı öğretsenize lütfen!

-Ben öğrettim ona. Saygısızlığı esas sen yapma, diye çıkıştı kadın.

“Bu sivri dilli kadına benim adıma da laf söyleyen bu adam, bin pişman olmamıştır inşallah!” dedim içimden. Küçük çocuk, bu lakırdılardan sonra annesiyle daha çok konuşuyor; yüzünü ekşiten yaşlı kadın, ufaktan ufaktan söyleniyor… Ve benim adıma da konuşan adam, nihayet pes etti. “Sanki ayakta kalanlar akbil basmamışlar.” diye düşündüm ve:

-Bu çocuktan ne bu anne-babaya ve ne de bu vatana bir fayda beklenmemeli, dedim.

Şaşkın bakışlarımı camdan dışarıya çevirdim, bu düşüncelerden de kendi hayal dünyama doğru yöneldim. Bir süre sonra eşim, Yavuz’u benden aldı. Kendime arkada ters olmayan bir yer bulunca çok daha rahatladım. Fakat rahatlığımı bozan müzik sesi hâkimdi arka tarafa.

Üç genç, bugün bayram olması sebebiyle midir, yoksa ukalalıklarından mıdır bilinmez müziğin sesini dışarıya vermişler; bizleri de bu müziği dinlemeye mecbur kılmışlardı. Yeni binen yaşlı bir teyze de ters oturmuştu koltuğa. Allah’tan biri ona yer vermişti.       

-Şu müziği kapatın gençler! Kendiniz dinleyecekseniz dinleyin! Zaten başım ağrıyor, dedi yaşlı kadıncağız.       

Gençler, kendilerini ikide bir uyaran bu kadını hiç kâle almıyorlardı. Bu meydanın sadece kendilerine ait olduğunu zanneden, yaptıkları bu ukalalığın bir özgürlük olduğunu düşünen, güya “Müzik, ruhun gıdasıdır.” felsefesini savunduklarını bu şekilde icra eden gençler müziğin sesini daha da yükseltiyorlardı.

Gençler:

-Kıstık ya! Daha nasıl kısacağız, diye karşılık verdiler kendilerine müdahale eden kadıncağıza.

Davranışlarında hiçbir düzelme olmayan gençlere:

-Yaşlı insanlara biraz saygı gösterin canım! Dinleyecekseniz kulaklığı takın, deyince bu gençlerden biri:

-Bak sen! Yaşlı maşlı ama kulakları da iyi duyuyormuş hani (!), deyip kadıncağızı bir de alaya almaz mı?

Kendimi yiyip tüketiyordum adeta. Bir şey yapmamak da, yapamamak da kurtarmazdı hani bizi. “Bu nasıl bir gençlik? Bu nasıl müzik dinleme adabı? Bu, yaşlılara nasıl davranma?..” İçimde haykırdığım bu sorulara cevap bulmakta zorlanıyordum.

Otobüs, bazı duraklarda sakinleşmeye başladı. Bu sakinleşme bazen hiç de iyi olmuyordu. Çünkü en yüksek seste kulaklıklarıyla müzik dinlediklerini zannedenler vardı hâlâ. İşte o zaman içimden:

-Dinledikleri de hani müzik olsa! Hep yabancı müzik. Hep tımtıs türünden şeyler… Uzmanların yaptığı araştırmalara göre bugünkü nesil, gelecekte kulak problemleri yaşayacak. “Pekiyi kendi kültürüne, kendi ahlakına, kendi müziğine kör ve sağır olan bir gençlik karşısında toplumlar nasıl hal çareleri bulacaklar?” diye bir sor sordum kendime.

Bu düşünceler, bu sorular, bayram gününün ahengini ve rengini değiştiren bu iki ibretlik olaydan sonra Kadıköy’e nihayet geldik. En azından kendi çocuklarımı kültürümüze, kendi toplumumuza layık bir şekilde yetiştirmenin -her şeye rağmen- kararlılığını göstermenin, bunun haklı gururunu yaşamanın ve bunun hazzını hissetmenin yolu bana görünmüştü.

 

HÜSEYİN ÜSTÜNSOY

( Bayram Sabahı başlıklı yazı REİS-1 tarafından 31.08.2012 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu